23 Haziran 2010 Çarşamba

Presence

one has to come to terms with one's own mortality.and you can't really help people who are having problems with mortality,if you've got problems of your own.so you have to begin to sort things out,and i thought i had sorted things out until i saw this excerpt from this book,of certainty i shall remember what it said:"life is not the opposite of death. death is the opposite of birth. life is eternal."and i thought that it's the most profound words i have ever heard about that issue and it really put me in peace. [i felt it was a wonderful story.] and that's it. what else is there to say? heh.life is eternal. surely the opposite of life is not death, but life is eternal. there is no opposite.and so, what happens is, i suppose, [and isn't this a raging (or outrageous)] state of pure consciousness, stillness and silence? yeah, what we are looking for now, we are searching for and we have been searching for, now we've become closer to it and now we know it's already there, is there for ever to seek, it's there, and it's going be there, all the time, forevermore. "only you can hear your lifeonly you can heal inside"(life is eternal...)

20 Haziran 2010 Pazar

Pain of Salvation - Road Salt One

Bayaa biriktirmişim yazacaklarımı; bunu anladım bugün. Bitürlü kafamı toparlayıp buraya aktaramıyodum. Halbuki deli gibi boş zamanım da vardı.
Neyse...Uzun zamandır yazmak istediğim başka bişey de Pain of Salvation'un yeni albümü. Road Salt One.
Progresif çok sevmeme rağmen hiçbir zaman POS fanı olamamıştım. Tamam süper grup, tamam Daniel Gildenlöw insan değil. Ama işte bazı gruplara kanım ısınamıyor. Neden bilmiyorum.
Sanırım bu kan ısınamama olayı bu albümde son buldu. Uzun zamandır dinlediğim en harika albüm Road Salt One. Ki bunu bir POS fanı olmama rağmen söylüyorum. Kimsenin çıkıp da "Ben 70'lerin sounduyla bi albüm yapacam" deme cesaretinde olacağını zannetmezdim. Hele POS gibi adı Progresif'le anılan bi grupsa. Herşeyden önce bu bile inanılmaz cesur ve saygı duyulacak bi hareket.
Albüme gelirsek baştan sona mükemmel şarkılarla dolu. bütün şarkılar inanılmaz özenilerek yapılmış. Yapılan müziğe şuna benziyo buna benziyo demekten nefret ederim ama bu albüm böyle densin diye yapılmış:) Led Zeppelin'den tutun 60'ların Blues parçalarına hatta The Doors ve hatta Jethro Tull'a kadar tüm baba gruplardan birşeyler duyabilirsiniz albümde.Daniel Gildenlöw sanırım kariyerinin en mükemmel performansını sergilemiş. Adamdaki ses değil başka bir şey.
No Way, She Likes to Hide albümün süper açılış parçaları ancak Sisters uzun zaman hit kalacak orası kesin. Defalarca dinledim. yok doyum olmuyo parçaya.
Ancak albümün hiti bana göre Linoleum olmuş(Zaten EP'si çıkmıştı öncesinde parçanın). O nasıl bir gazdır, o nasıl bir çığlıktır. Son zamanlarda en kendimi kaybettiğim şarkı oldu.
Curiosity ise albümde sözlerini en sevdiğim şarkı oldu: Your Love is Poetry, My Love is Sodomy:)
Özet: Süper albüm. Mutlaka dinleyin.

Lat Den Ratte Komma In


Uzun zamandır kafaya koyup izleyemediğim bir filmdi. Film festivalinde gidemediklerimi yavaş yavaş tamamlayabiliyorum.
Neyse bu filmi de uzun zamandır bekletiyordum bi kenarda. Aslında ne korku filmi ne de vampir hikayesi meraklısıyım. Ama İsveç yapımı bir vampir filmi denince merak ettim biraz. Dünyadaki bir çok festivalden ödülle dönmüş olması zaten filmin farkını da ortaya koyuyor.


Bir vampir filminden beklenen kan, şiddet ve aksiyondan çok; film sizi İsveç'in buz gibi atmosferi ve çocukların kendi aralarındaki o saf diyaloglarıyla etkiliyor. Bir yerden sonra vampir filmi olduğunu bile unutuyorsunuz.


İki çocuk da inanılmaz başarılı oynamışlar. Özellikle vampirella rolundeki Eli. Etrafta dolanan Twilight çılgınlığından baydıysanız mutlaka öneririm.

Haruki Murakami Hakkında


Yeni bir şeyler okumam gerekiyordu. Farklı bir şeyler. Beni biraz bu dünyadan alıp götürecek. Bloglarda öylesine dolaşırken rastladım bu yazara. Ne yalan söyleyeyim daha önce hiç duymamıştım. Japon edebiyatı hakkında da en ufak bi fikrim yoktu. Hangi kitabıyla başlamam gerktiğini de bilmiyordum. Türkçe'ye çevrilmiş 5 kitabından piyasada yalnızca 4'ü vardı. Bu sabah itibariyle piyasadaki 4 kitabını da bitirdim. Zorlu ama bir o kadar da eğlenceli bir süreçti benim için. İhsan Oktay Anar külliyatını da bitirdikten sonraki hissiyata düştüm biraz: Ne okuyacam ben şimdi??:)



Sahilde Kafka'yla başladım maceraya. Kitap 600 küsur sayfaydı.Ve nasıl bu kadar çabuk bitirebildiğimi de ben de anlamadım. Dili inanılmaz akıcı, karakterler (ki bana çok yabancı bir kültürden olmasına rağmen) inanılmaz gerçekçi, doğal ve olaylar da bir o kadar doğaüstüydü. Sanırım Murakami'nin en büyük yeteneği de bu. Sizi yakalayabilecek samimi ve doğal karakterleri yaratıp onları doğaüstü olayların içine atıyor.



Ardından başladığım Yaban Koyunun İzinde Sahilde Kafka'nın yanında biraz sönük kaldı. Yine samimi karakterler, yine doğaüstü akıl almaz oyunlar ve bu sefer farklı ve sürpriz son. Japon animeleri ve mangalarına alışık olanlar sanırım Murakami'nin yarattığı bu dünya içerisinde hiç yabancılık ve sıkıntı çekmezler. Çünkü gerçekten çok farklı bir hayalgücü dünyası var Murakami'nin.



İmkansızın Şarkısı... Murakami bu sefer kafasında yarattığı animevari karanlık dünyadan çıkıp kendi yaşadığı karanlık dünyasını anlatmış. Kitap aslında bir nevi Murakami'nin otobiyografisi. Beni en çok etkileyen kitabı sanırım bu oldu. Özellikle pazar günleri hakkında yazdıklarını okuyunca iki saat elimde kitap tavana boş boş bakıp düşünmüştüm.


Okurken en çok zorlandığım sanırım bu kitabı oldu. Zaten daha bu sabah bitirebildim. Diğer kitaplarından daha uzun, daha yavaş ilerleyen ve daha karmaşık ( daha imgesel demeliyim aslında) bu kitabı. Sonlarına doğru yine Murakami akıcılığına kavuşuyor. Kitapta ana hikayeyle beraber pek çok yan hikaye ilerliyor ama özellikle savaş hikayeleri olanca acımasızlığıyla yazılmış. Diğer kitaplarında da gösterdiği anti militarist yanını bu sefer daha şiddetli bir şekilde vurgulamış. Savaşın en iğrenç yüzünü ortaya çıkarıyor ve bu iğrençliği okudukça savaşın anlamsızlığı ve boşluğunu hissediyorsunuz.


Biraz geç oldu tanımam Murakami'yi. Sanırım bu geç kalmışlık duygusuyla kitaplarını yutarcasına okudum. Şu dönemi atlatmama aslında en fazla bu adam yardımcı oldu desem yeridir.

3 Haziran 2010 Perşembe

Jeux d'enfants - Tutku

Du bonheur à l’état pur, brut, natif, volcanique, quel pied ! C’était mieux que tout, mieux que la drogue, mieux que l’héro, mieux que la dope, coke, crack, fitj, joint, shit, shoot, snif, pét’, ganja, marie-jeanne, cannabis, beuh, péyotl, buvard, acide, LSD, extasy. Mieux que le sexe, mieux que la fellation, soixante-neuf, partouze, masturbation, tantrisme, kama-sutra, brouette thaïlandaise. Mieux que le Nutella au beurre de cacahuète et le milk-shake banane. Mieux que toutes les trilogies de George Lucas, l’intégrale des muppets-show, la fin de 2001. Mieux que le déhanché d’Emma Peel, Marilyn, la schtroumpfette, Lara Croft, Naomi Campbell et le grain de beauté de Cindy Crawford. Mieux que la face B d’Abbey Road, les CD d’Hendrix, qu’le p’tit pas de Neil Armstrong sur la lune. Le Space-Mountain, la ronde du Père-Noël, la fortune de Bill Gates, les transes du Dalaï-Lama, les NDE, la résurrection de Lazare, toutes les piquouzes de testostérone de Schwarzy, le collagène dans les lèvres de Pamela Anderson. Mieux que Woodstock et les rave-party les plus orgasmiques. Mieux que la défonce de Sade, Rimbaud, Morisson et Castaneda. Mieux que la liberté. Mieux que la vie...

Tutku başka nasıl anlatılabilir ki..........