28 Aralık 2008 Pazar

Fernando Morientes



Herkes kendinden sonraki nesillere o dönem en sevdiği futbolcuları anlatır. Mesela babam bana Metin Oktay'ı, başkası Cuyff'u bir başkası da ne bileyim Platini'yi anlattığı gibi. Bizim nesil de büyük ihtimalle Hagi, Ronaldinho, Kaka gibi futbolcuları anlatacak. Ama ben bu adamı anlatacam. Gelecek nesillere taşıyacağım isim Fernado Morientes olacak.

Aslında pek sevmediğim bi takımda oynuyordu Morientes... Real Madrid. Herkes onu Real Madrid formasıyla tanımıştı. Raul'un partneri. Bu adam deli gibi defans oynucularıyla boğuşur, hava toplarına çıkar savaşırken Raul ayak içiyle topu kaleye bırakır milleti sinir ederdi. Sonrasında Real Madrid yıldız oyuncu transfer politikasıyla milleti sinir etmeye başladığında Ronaldo, Zidane, Beckham tek tek Madrid'e taşınmaya başladığında aralarında düz bir İspanyol golcü olarak kalmıştı ve Madrid'teki Brezilya çetesi onu takımda istememişti. Morientes de Monaco'ya kiralık gitmişti. O gün çok net hatırlıom bütün spor haberlerinde Monaco Morientes'i kiraladı diye haber vardı ve Morientes'in donuk ve napıom lan ben burda bakışı yanında Didier Deschamps... Bomba bi transer değildi hatta transfer değildi ama herkes "nasıl lan..Mori'yi nasıl yollarlar" demiş olsa gerek ki her yerde çıkmıştı bu haber.

O sene 2003- 2004 senesi muhtemelen en garip Şampiyonlar Ligi senesi oldu. Galatasaray'ın Juventus'u Almanya'da Beşiktaş'ın Chelsea'yi İngiltere'de yendiği sene. Morientes'li Monaco Deportivo'yu gruplarda 8-3 gibi hayvani bi skorla yenmişti ve o sezon Morientes Monaco'dayım ama burda da oturmuoz mal gibi sinyalini vermişti ilk olarak. Zaten Monaco'nun hücum hattı adından çok söz ettircekti o sezon: Guily, Prso, Rotten, Ibarra, Nonda...

Ardından çeyrek finallerde Deportivo Milan'a hayatının en acı tecrübesini 4-1'lik maçın rövanşını 4-0 alarak verirken diğer tarafta Morientes'in hayalleri gerçek oluyordu. Real Madrid'le karşılaşan Monaco ilk maçı 4-2 kaybetmişti hatta maç bi ara 4-1 olmuştu ve Madrid taraftarı da iyice azmış coşmuştu ama son dakikalarda Morientes golüyle de iş Monaco'da biter heyecan yapmayın demişti. Ve Rövanş maçında da Morientes'in yine gol attığı maçta da Monaco Real Madrid'i 3-1 yenip ağzına sıçmıştı. Eğer bir gün oğlum olur da bana intikam nedir diye sorarsa işte ona izleticem bu maçı. İntikam budur. Bu adama o zaman hasta olmuştum ve benim her zaman o cins Monaco formasıyla hatırlayacağım bi golcü olacak Morientes. Sonrasında tekrar Real Madrid, Liverpool ve Deportivo'da oynasa da asla Monaco'daki hayvani formunu yakalamadı. O sezon Real Madrid'i eledikten sonra Abramovich'in Chelsea'sini de madara eden Monaco o sezonun bir diğer sürprizi Porto'yla final oynamıştı ama 3-0 yenilmişlerdi.

27 Aralık 2008 Cumartesi

25 Aralık 2008 Perşembe

24 Kasım 2008 Pazartesi

OPETH - Watershed


İşte 2008'in albümü... Watershed...

Heyecanla bekliyodum bu albümü.. 8 sene önce Still Life'la başlayan Opeth manyaklığım bu albümle artık doruk noktasına ulaştı.

Non Serviam sayfalarında ilk reklamlarını gördüğüm zamanı hatırlıom Opeth'in. Altında Progressive doom death black yazıyodu. Öeehh demiştim. Ne demek lan bu abartmışlar demiştim. Ama dinleyince anladım. Gerçekten tanımlamak için Opeth'i extreme metalin bütün sıfatlarını kullanmak ya da kısaca Opeth lan işte demek gerek.

Arkadaş arasında genelde "Abi bi grup var bir şarkısından bi albüm çıkar. Tek bir şarkıda o kadar çok melodi var ki" diye tanımlanır Opeth. Gerçekten de öyledir. Muhteşem melodiler muhteşem riffler cömertçe harcanmıştır her Opeth albümünde.

Ama her zaman için Still Life'ın bütün Opeth albümleri arasında ayrı bir yeri vardır benim için. Dinlediğim ilk opeth albümü olmasının yanısıra akustik geçişlerin en hayvanca yapıldığı ilk üç albümdeki biraz karanlık ve soğuk "forest metal" havasından sıyrıldığı, konsept ve hikaye olarak da mükemmelin yakalandığı bir albümdür.

Dediğim gibi ilk üç albümdeki karanlık hava ve sound beni çok sarmasa da yine mükemmel albümlerdir. Blackwater herkesin favorisi olsa da yine Still Life olmamıştır benim için. Deliverance ise artık Opeth'in progressive alemlerinin kralı olduğunu gösteren albüm olmuştur. Ghost Reveries bunun kanıtı gibidir.

Bu albüme gelince...Evet..Çoğu kişinin de dediği gibi...İnsan Martin Lopez ve Peter Lindgren'in gidişini biraz hazmedemiyor. Lopez bi hayvandı kabul. Ama yeri dolmayacak birisi değil. Peter ise..Ne bileyim. Sanki Opeth'in ruhu gibiydi. Saçlarının arasına gömülüşü, cool duruşu... Mükemmel bi gitarist olmayabilir, Opeth'in son dönem şarkılarında hiç bir katkısı da olmayabilir. Ama Akerfeldt kadar vazgeçilmezdir Opeth için. Tabi kendi görüşüm bu.. Neyse. Onun yerine gelen tombalak Fredrik Akesson gruba ne kadar katkı sağlıycak görecez ama bu albümün %100 Akerfeldt ürünü olduğunu biliyoruz.

Herkes albümde Açılış parçasındaki bayan vokale takılmış biraz. Albüm dikkatle dinlenirse anne - baba konsepti üzerine kurulduğunu görülebilir. Bayan vokal o yüzden bu konseptin üzerinetam oturan birşey. Tabi ben dahil çoğu kişi Opeth de mi gothic metal akımına kapıldı lan eyvah dese de bayan vokal burda anneyi temsil ediyo. O yüzden pek bi sorun yok...

Açılış parçası Coil'den sonra gelen Heir Apparent ve The Lotus Eater şarkılarından sağ çıkabilen varsa albümün geri kalanını dinleyebiliyor. Bu iki şarkı ciddi anlamda yorucu ve bunaltıcı. Klasik Opeth yani. Onlarca riff ve yine cömertçe harcanan melodiler. Özellikle Heir Apparent'in sonundaki melodiye içi yanıyo insanın. Lan oğlum ne güzel şarkı yapardınız bu melodiyle hit yapardınız Mtv'lerde boy gösterirdiniz karı kız hasta olurdu size diyesi geliyo insanın ama Opeth işte..

Burden'a gelince ilk üç şarkının hala etkisinde kalan bünyeye son öldürücü darbeyi yapyor Akerfeldt. Opeth'in her albümde bi tane ağzınıza sıçacak şarkı geleneğini devam ettirmiş.Diyecek pek bişey yok.

Albümün kalan ilk üç şarkısı ilk dört şarkının gölgesinde kalıyo bana göre. Porcelain Heart, Hessian Peel ve Hex Omega inanılmaz harika şarkılar olmasına rağmen insanın aklı ilk 4 şarkıda kalıyor. Ghost Reveries'te de aynı sorunu yaşamıştım ben. İlk üç şarkıya o kadar takmıştım ki temposu daha düşük kalan diğer şarkıları dikkatel dinleyemedim hiç bir zaman. Yine aynı şey oldu tabi.

Daha ne diyeyim bilmiyorum. Bence yılın albümü. Heavy Metal grupları açısından gayet verimli geçen ve hayvan albümler yapılan bu seneye Watershed damgasını vurdu. Yaş oldu yirmi altı hala bi sonraki albümlerini bekliyorum. Benim için lise yıllarımdan kalan ve heyecanla dinleyebildiğim tek grup olma özelliğini koruyor Opeth.

20 Kasım 2008 Perşembe

SERJ TANKIAN - Elect the Dead


Serj abinin Serart'tan sonra ikinci projesi.. Çook hoş olmuş çok iyi olmuş. Aslında istiodum böyle bi albüm. Bu adam yanlız başına çok iyi işler yapar diyodum yıllar önce..Ööle de oldu. Diğer rock vokalistlerinden çok farklı sesi, ses rengi olan değişik bi adam Serj Tankian. zaten bi insan hem şair hem de rock vokalisti olunca korkçan o adamdan. çok pis şarkılar balladlar yapmış yine. Soad döneminde hangi şarkıyı kim yazıyodu tam bilemiyom ama soad'ın en duygusal şarkılarının bu adama ait olduğuna eminim.

Zaten bu en son hypnotize mezmerize falandan sonra iyice iğrenmştim Soad'dan. Aslında soad'dan değil. Daron Malakian'dan iğrenmiştim. Hayır ben brutal vokal dinleyen seven bi insanım. Bu konuda bi sorunum. Bugüne kadar onlarca değişik müzik ve vokal dinledim. scream olsun brutal olsun ne bileyim gothic falan. bu daron'un cırtlak vokal kavramına alışamamıştım. Hayır bildiğin kötü yani. bırak işte Serj gibi bi adam var elinde öyle öne çıkma çabaları falan. O kadar saçma gelmişti ki bana. Zaten şarkıları iyice trash ritmleriyle doldurmasına iyice uyuz olmuştum. Neyse ki Serj artık kendi istediğini yapabilecek.

Albüm süper olmuş. Şarkılar süper. Ama ne bileyim sanki daha cayır cayır bi gitar böyle gümbür gümbür bi davul daha hoş olurmuş. Serj'in sesi çok önde. Ya zaten normal olan da bu ama haddinden fazla önde gibi geldi bana. Keşke gitarın sesini biraz daha açsaymışlar.

Emtpy Walls gibi süper bi şarkıyla başlıyo albüm. Klibi de mükkemel zaten. Albümün en hızlı şarkılarından Empty Walls..

Unthinking Majority'yle de gaz devam ediyo. Tekerlemeye benzetecem şarkıları ama ayıp olacak ama bazen gerçekten tekerleme havası var. Onlarca kelime oyunu, konuşma derslerinde söylenen egzersizlere benziyo nakaratlar. Ama kötü mü?? Yoo kesinlikle değil.

Albümün ilk dört şarkısı tamamiyle politik. Zaten Feed us direk Türkiye'ye sokuşturulmuş laflardan oluşuyo.

Saving us ve hemen ardından gelen Sky is over albümdeki favori parçalarım. Mükemmel balladlar. Bin kere falan dinledim daha doyamadım..

Sky is over'dan sonra albümün temposu düşüyo biraz. Lie lie lie sonlara doğru tempoyu artıran bi şarkı bu temposuzluğun içinde. Beethoven's cunt'la da son darbeyi vurup albümüne ismini veren parçayla outro'sunu yapıyo Serj abi.

Albüm tam bir ilk albüm. Daha sound oturmamış. Ama eminim Serj'in sonraki çalışmalarında hitler de olacak. Bu albümde parçalar çok güzeldi ama ne bileyim hit değildi. umarım sonraki albümlerde bu hit eksikliğini de kapatır Serj Tankian.

12 Kasım 2008 Çarşamba

CAVALERA CONSPIRACY - Inflicted (2007)


Cavalera biraderler biraraya gelmiş yıllar sonra yanlarına süper bi gitarist de almışlar. Hadi şöyle eski günleri yad edelim demişler. Hoş olmamış mı?? Tabii ki olmuş. sonuna kadar takdir ettik...

Cavaleralar diyince tabii ki akla ilk gelen Sepultura ve o şaşalı dönemleridir. Hatırlarım ortaokul döneminde insanlar abi Chaos A.D. diye bi albüm war nası bişey anlatamam derdi. Herkes metalciydi ama Sepultura dinlemek çok ayrıcalıklıydı. Ohaa Sepultura mı dinliyomuş derdi millet. Biraz da korkutucu ürkütücü bişeydi Sepultura. Adından ötürü mü yoksa brütal vokale alışkın olmayan bünyelerden ötürü mü bilinmez.

Sepultura'nın ilk albümleri Schizophrenia, Beneath the Reamins ve Arise hayvan trash albümleriydi. Bana pek hitap etmezdi o yüzden. Arise'ı biraz sevmiştim. Ama Sepultura hayranlığım Chaos A.D.'yle başlamıştı. Ve maalesef orda da kaldı. Sonrasındaki Roots çok hayvan bi albüm olcakken etnik melodilerin fazlalığı yüzünden içine sıçılmış bi albüm olarak kaldı. Ardından Cavalera hepimiz küstürüp Soulfly'a geçti. Sepultura'ya da Derrick Green geldi. Ama Sepultura'nın havası da gitmişti. Pek çok Sepultura fanı da Soulfly'a bitürlü ısınamadı. bu ayrılığı görmeyen yeni jenerasyondan çokça Soulfly fanı çıkmasına rağmen Chaos A.D.'yi yaşamış Sepultura fanları her zaman Soulfly'a mesafeli kalmıştır. Soulfly'da Cavalera aslında olağanüstü işler yaptı ama etnik müzik fantazileri yüzünden hep uzak geldi bana Soulfly. Tom Araya ve Corey Taylorla yaptığı düetler efsane olsa bile ne bileyim. Sepultura olamamıştı Soulfly gözümde.

Bu albümü ve birlikteliği ilk duyduğumda aslında bi heyecan yaptım. Sepultura'ya dönmemişti Max ama ne bileyim abi kardeş güzel şeyler yapabilirler diye düşündüm.

Albüme gelince..Inflicted.. Arise'ı alın. Andreas Kisser'ı çıkarın. Yerine Marc Rizzo diye iyi bi gitarist koyun. Biraz Groove ve nu-metal ekleyin dozunu kaçırmadan. Alın size Inflicted. İyi ya da kötü demiyorum. Sadece ben artık Trash dinleyemem diyorum. Ama hala bissürü Trash fanı vardır ki acaip gazla dinleyecek Albümü. Aslında hala yeni bi Chaos A.D. gelir mi diye bekliyorum. O albümü bu kadar özel kılan ne onu da bilmiyom. Ama Sepultura asla o soundu bi daha yakalayamadı Zaten Derrick Green'le yakalamsı da biraz zor görünüyor. Ama Cavalera biraderlerden bekliyodum. Olmadı . Yeni bi Arise olmuş ama belki diğer sefere.

Albümdeki parçalar geçersek aslında her şarkı hızlı ve tam anlamıyla sağlam. Beni şaşırtan beklediğimden çok daha fazla solo olması albümde. Nevertrust ve Black Ark albümün en sağlamlarından. Nevertrust'u çok sevdim hatta..

Böyle bi albüm işte. Arise'ı özleyenlere duyurulur.

11 Kasım 2008 Salı

AMORPHIS - Silent Waters



Bu da 2007 tarihli albüm. Ama olsun incelemkte yarar var. Finlandiya'nın en iyi grubu bence Amorphis. Ama maalesef İskandinavyanın en iyi grubu değil. Hatta ilk sıraları bile zorlayamaz. değişik bi grup aslında... Yani acaip istikrarlı ve aynı şekilde de istikrarlı müzik yapan bi grup. Ben ilk albümleri The Karelian Isthmus, Privilege Of Evil, ve Tales From Thousands Lakes'i pek beğenmemiştim. Bana yavan albümler gibi gelmişti. Tabi dönemine göre zaman ötesi albümlerdi de ben şimdi açıp dinlemem. Ama Elegy bence en efsane albümleriydi. Hatta manyak bi albümdü. Melodic Death Metal nasıl yapılır ders niteliğindeydi bütün albüm. Ardından gelen Tuonela'ysa albümün bence en olgun ve sound olarak en oturmuş albümüydü. ama maalesef ve maalesef Amorphis her albümünde birbirinden güzel şarkılar üretse de hit üretemeyen bi grup. Grubun herkes tarafından bilinen tek hiti My Kantele'nin Acoustic Reprise'ı olmuştur. O da bildiğim kadarıyla plak şirketlerinin isteği üzerine akustik olarak çalınmış. Tabi The way, The Orphan gibi sonsuza dek playlistimde kalacak şarkıları var Amorphis'in ama ne biliim çok çarpıcı way be diyeceğiniz şarkılar değil bunlar. Grup müziğindeki istikrarını konseptinde de devam ettirdi yıllar boyunca. Her şarkısında Finlandiya kültürüne ve Pagan inançlarına gönderme yaptılar durdular. vokal değişikliği konusunda ise aslında çok büyük bi kan kaybına uğreadığını söyleyemeyiz. Pasi Koskinen'in ilginç bi vokla tarzı vardı. Ama Tomi Joutsen de harika performans sergiliyo. Şarkıların bazı yerlerinde kükremesini çok seviyom en çok. You dooooon't knooooowww!! diye bööle insanın bağırası gelio:)

Silent Waters Eclipse gibi bi albüm aslında. Yine çok göze çarpan vurucu parça yok. Ama albümde kötü şarkıda yok. Düz bi albüm. Hatta Eclipse'in aynısı bile diyebiliriz. Eclipse de en çok House of Sleep'i sevmiştim. Maalesef bu albümde böyle bi şarkı da yok.

Albümde üst üste 3 şarkı Silent Waters, Towards and Againist ve I of Crimson Blood albümün hitleri. Aslında Towards and Againist Elegy albümünden kopmuş gelmiş gibi. I of Crimson Blood Tomi Joutsen'e gazı verilmiş bi şarkı gibi. Hadi Aslanım sıra sende kükre demişler galiba. Bir de akustik bi şarkı yapmışlar tutar diye belki elegy. Fena diil ama tutmaz..Shaman da albümün iyi parçalarından.

Albümde yine klasik folk melodiler etkin. Yine yer yer brütal vokaller var.Kalvye çok ön plana çıkmamış bu sefer. Ama artık sanırım Amorphis'in de bi yeniliğe ihtiyacı var. Ne bileyim. Çok düz bi grup. Vokal değişiyo yine de grupta değişik bişey yok. Belki bi konsept değişikliği bi sound değişikliği yeni bişey denemenin zararı olmaz..

10 Kasım 2008 Pazartesi

MOONSPELL - Night Eternal


Bir başka 2008 çıkışlı albüm Moonspell'den. Ya 2008'de ne sağlam albümler çıkmış ya. Bereketli seneymiş walla. Moonspell Wolfheart ve Irreligious gibi efsane albümler yaptıktan sonra Sin/Pecado gibi "hö?" dedirten bi albüm yapmıştı. Albüme iyi ya da kötü demiyorum. Hatta Moonspell'in albümü olduğunu bilmesem güzel lan bile derdim. Ama şaşırtmıştı Moonspell o albümle. "Darkness and Hope" ve "Butterfly Effecté ise benim baştan sona dinleyemediğim sıkıcı albümlerdi bana göre. Moonspell'in asıl geri dönüşü ve pik yaptığı albümse "The Antidote" oldu kanımca. Baştan sona mükemmel bi albümdü ve her parçası hitti. Albümde gümbür gümbür mükemmel bi sound yakalamıştı Moonspell açıkçası. Albümü defalarca dinledim ve ardında Türkiye'de Venue'de verdikleri konserinde coşmuştum. Ama açıkçası "Memorial" albümü beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Sen harika bi sound yakalamışsın. Resmen sin/Pecado'dan sonra tekrar dirilmişsin. Bu geri dönüş muhabbeti ne saçmalıktır anlayamadım. Bana bu köklere dönüş muhabbeti hep şöyle gelir. "Ya biz soundumuz geliştirmek için, daha güzel parçalar yapmak için pek kasamıycaz kusura bakmayın. Şimdilik bu boktan parçalarla idare edin, hem bak eskiden sewerdiniz böyle şeyleri. Hadi zorlamayın bizi biraz para kazanalım"

Aslında Moonspell Rotting Christ gibi tam da artık dinlemekten vazgeçeceğim noktada çıkarmış albümü. Albümü dinleyip dinlememekte acaip kararsızdım. Ne bileyim hiç heyecan yapmamıştım. Ama tabi ki albümü dinledikten sonra fikrim değişti. Moonspell "Antidote"da yakaldığı sonudu ve havayı tekrar yakalamış. Zaten bozmaması da gerekti. Albüm At Tragic Heights gibi hayvan bi parçayla başlıyo. From Lowering Skies'a benzio biraz bu parça. Moonspeel zaten giriş parçası yapmak konusunda üstat bi grup. Albümün ilk parçaları zaten hep böyle gaz olur. Ardından gelen Night Eternal'da hızlı gaz bi parça. Fernando yine insan üstü... Her ne kadar seneler önceki konserinde "I am one of You" diye bi tişçrt giymiş olsa da... İnanmıyorum. Gerçekten mükemmel bi brutal vokal..İnsanı rahatsız etmeyen efektsiz harika bi vokal. clean vokallerde de malumunuz Dave Gahan etkisi hala sürüyo. Albümde 9 parça var ve 44 dakka..Keşke daha uzun yapsalarmış. Albümdeki diğer güzel parçalar Dreamless ve First Light. Albümün hitiyse şüphesiz Scorpion Flower. Şarkı dişi vokalle tadından yenmiyo. At loop'a saatlerce takıl.

Eğer ki Antidote albümünü sevdiyseniz ki sevmemek imkansız tam o ayarda bi albüm olmuş. Devamını bekliyoruz..

9 Kasım 2008 Pazar

ROTTING CHRIST - Theogonia


Aslında 2007'de çıkmış albüm. Yani kritik için aslında geç kaldık ama olsun. Bi Kritiği bi övgüyü bi oha abi siz nesiniz laflarını hakediyo bu albüm.

Eve geldiğimde Galatasaray Fenere yine yenilmiş, bankamatik kartımı yutmuş, yine enişteden dilencilik yapmak durumunda kalmışım, işsiz, abaza ve sap hissediodum..Aslında hissetmekle kalmıodum ööleydim. Ne biliim yine bööle boktan bi sürecin içinde buldum kendimi. Televizyonu açmaya korkuodum. Yorumları dinlemek istemiodum. Ben de açtım Theogonia'yı.Bari şunun yorumunu yapiim dedim.. Yani gayet kötü bi ruh hali içinde yorumluyorum bu albümü.

2007 yılında kendimi Post-Rock'a kaptırdığım için eski dostlardan Rotting Christ'i unuttuk. Hiç aklıma bile gelmedi hatta naaptı bu elemanlar diye. Aslında Khronos ve Genesis facialarından sonra pek de bi dinleyesim de yoktu. Ne biliim köklere dönüş falan çok hazzettiğim şeyler değildir. Hele bir de Sleep of Angels gibi üstün bi albümden sonra gayet gereksiz bulmuştum Khronos'taki soundu. Üzülmüştüm de. Sonra koptum gittim Rotting Christ'tan. Ama böyle bi albüm yapacaklarını hiç mi hiç tahmin etmiyodum. Gerçekten şaşırdım.

Albüm baştan sona hitle dolu. Ya Allah'ın Yunanistan'ından nasıl çıkıyo böyle bişey hayret içindeyim. Ya ne bileyim böyle İskandinavya ülkelerinden beklersin böle bişeyi. Kar içinde kalıp kafayı yemiş insanlar falan ama Yunanistan yaaa.. Böyle denizidir uzodur balıktır neişiniz var sizin Black Metal'le diyesim geliyo ama iyi ki işleri varmış aslında.

Neyse Albüme dönelim. Açılış şarkısı The Sign Of Prime Creation'la ahanda bak yine köklere dönüş yapmış mallar diyecektim ki şarkı birden hoşuma gitti.. Köklere dönüş falan da hoşuma gitti anasını satıyım dedim. Daha bi melodik geldi bana. Ardından Keravnos Kivernitos isimli şarkısı da baya hoşuma gidince güzel albüm lan heral dedim. Özellikle Rotting Christ klasiği tek telden basit melodinin tekrarlanıp durması bu şarkının sonlarında ortaya çıkıyodu ki bu çok özlediğim bi klasikti. Sleep of Angels'tan sonra hatırlamıom böyle yaptıkları şarkı. Yannız ardından gelen Enuma Elish diye bi parça var ki offff... Hasta etti beni. Şarkıda nakarat bölümünde arkada uzun haa okunan bi kısım war ki bi şarkıya bu kadar oturur!!! Mükemmel olmuş. Albümün dier hayvan parçaları Nemecic ve son parça Threnody..

Albümün tek kötü yanı çok kısa oluşu.. 42 dakka sadece...Yetmiyo maalesef. Daha istiyo bünye.. Ama neyse.. Walla çok Özlemişim Rotting Christ'i. Nerden sardıysam bu Post-Rock bokuna. Köklerimden kopardı beni:)

Neyse..2007 ve 2008 benim eski gruplar için çok verimli geçmiş. Hepsi Güzel albümler yapmış. Bi ara bi Opeth de yorumlayım da 2009 albümlerini beklemeye başlayayım.

5 Kasım 2008 Çarşamba

IN FLAMES - A Sense of Purpose


Karşınızda In Flames'in yeni albümü... A Sense of Purpose. In Flames diyince herkesin aklına iki mükemmel albüm gelir. Whoracle ve Colony. İki albümde de tabiri caizse boş yoktur. Benim In Flames'le tanışmam Colony albümüyle olmuştu. Ve ağzım açık kalmıştı. Oha lan..Demek buymuş Melodic Death Metal.. Süper lan demiştim kendi kendime.. Ama Yıllar geçtikçe artık bende herhangi bir heyecan uyandırmamaya başladı artık In Flames. Reroute to Remain albümünü sevmiştim biraz. O da Trigger ve Metaphor gibi harika şarkıların hatırına. Ama ne yalan söyleyim. In Flames'in yeni albümlerinde bi Opeth'in bi Katatonia'nın albümü çıkmış gibi sevinemiyom. Çünkü aşağı yukarı ne yapacaklarını artık tahmin ediyorum. Metalcorevari riffler, arada bi nakarat "catchy" bi melodi, araya da sıkıştırılmış bi akustik şarkı. Her albümde formül bu... Artık Ordinary Story dinlerken aldığım gazı alamıyorum.

Ama olsun. In Flames'tir gençliğimizin grubudur diyoruz ve saygıda kusur etmiyoruz. Albüm fena değil genel hatlarıyla.. Gençler kasmış, saygı duymak lazım. Albümün en Güzel şarkılarıysa I'm the Highway ve The Chosen Pessimist. I'm the Highway aslında albümdeki dier şarkılardan farkı olmayan metalcore riff + catchy melodi formülüyle yapılmış kalsik bi In Flames şarkısı.. Ama güzel olmuş :) the Chosen Pessimist ise dinlediğim en güzel en doomy In Flames parçalarından biri.. Aslında sırf bu iki parça albümü kurtarmaya yetiyor. Ama In Flames farklı bişeyler bekliyoz artık ne bileyim bi konsept değişikliği ya da en azından bi formül değişikliği. O güne kadar Ordinary Story diye haykımaya devam edecem.

30 Ekim 2008 Perşembe

TIAMAT - Amanethes


Tiamat süper bi albümle döndü. Amanthes..albümü defalarca dinledim ve şunu dinleyebilirim. Efsane Tiamat Albümlerinden biri olmuş. Bence 2008'in en iyi albümlerinden biri. (Tabi Opeth'in Watershed'ini unutmamak lazım. Onu da başka yazıda incelerim)

Albüm biraz yunan konseptli. Tabi yunancamız kısıtlı olduğundan pek anlayamadık ama 5-6 parçanın ismi yunanca. İlerleyen zamanlarda anlarız neymiş dertleri.

Albümün diğer Tiamat albümlerinden farkı ise hatırlarsanız tüm albümlerde sağlam başlayan iki üç parça ardından bol bol klavye destekli yavaş Tiamat parçaları geliyodu. Bu albümde ise parçalarda hiç tempo düşmüyor ve cayır cayır çalıyolar tabiri caizse. Ve tabii ki üstün insan Johan Edlund'un vokali bu sefer çok farklı. Skeleton Skeletron'da mükemmele ulaşan o pürüzsüz klasik vokal biraz geçmiş günlere dönüyo..ama brütal diyemeyeceğimiz kirli bi vokal..yine de insanı kendisinden geçirmeye yetiyo. Albümde bikaç parça hariç klavye etkisini yoğun görmüyosunuz, genellikle cayır cayır distortion heryer.. Parçalar genellikle birbirinin devamı yani aralarda boşluklar yok.

Albüm The Temple Of The Crescent Moon'la başlıyo ve "It's been a long time and we're here again" diyo kendileri..hoşgeldiniz diyoruz. Ardından gelen Equinox of the Gods'da ise nolluyo diosunuz çünkü parçada bariz Black Metal etkileri görüyo.. Tabi yıllardır süregelen Atmosferik Gothic Rock geleneğinden böyle bi köklere dönüş insanı şaşırtıyo..Albümün en güzel şarkıları Until the Hellhounds Sleep, Lucienne Summertime is gone ve tabii ki AMANES!!!!! Aslında albümde Meliae gibi ilginç soft çalışmalar da var..meraklısına..

Şu Amanes hakkında bikaç satır yazmadan geçemiycem. Süper bi şarkı olmuş gerçekten...Ekşi Sözlükten okuduğuma göre Gazel demekmiş Amanes yunancada.. Çok ağır yavaş ama süper sözlere sahip bi şarkı...Edlund yine dahiyane bi şey yapmış..Şiddetle tavsiye ederim..

And I must leave

My wings are heavy

And my journey has begun...

9 Ekim 2008 Perşembe

Mükemmel Adam

Çok Mükemmel bi herifti...her yönüyle..çok sakindi, soğukkanlı..saygılıydı çevresine karşı..küçüklüğünden beri herkes tarafından sevilirdi...fazla konuşmaz ama yeri geldiğinde espriyi patlatır herkesi de güldürürdü..çevresindeki büyükler ne kadar ii eğitim almış annesi babası ne iyi büyütmüş ne saygılı ne efendi çocuk derlerdi...akranları ise ona hayrandı...pek çok arkadaşı wardı herkesle ii geçinen sevilen bi çocuktu..

Saçlarının modeli hep aynıydı...yana doğru tarardı saçlarını..sağdan sola doğru..yıllardır böyleydi...deiştirmeyi de düşünmedi..gerek de yoktu çok temiz bi yüzü wardı...bu saçlar da ona yakışıyodu...esmerdi...kara gözleri wardı..boyu da hani ne ööle çok uzun ne de çok kısaydı..

hep güzel ve temiz giyinirdi mükemmel adam. bi gömlek ve bi pantolon...çok yakışırdı ne giyse..ama fazla uç şeyler giymezdi akranları gibi...hiç bol pantolonlar üzerinde metal grupların amblemleri olan tişörtler giymemişti..ama gerek de yoktu..gömlek ve kot..altına da bi spor ayakkabı..işte tarzı buydu...

çok zekiydi..ama sadece zekasıyla bazı şeylerin olmıycaını biliyordu..o yüzden hep günü gününe ders çalışır, derslerde not tutar (yazısı da güzeldi pezevengin), akşam da notlarını tekrar ederdi. sınavlardan önce herkesin yanına gelip soru sorduğu abi bu soru nasıl yapılcak yaa dediği tipti o..

ha bu kadar ot mu sandınız..hayır...çok da iyi top oynardı..sınıf takımındaydı..belki takımın kurucu has elemanı diildi..ama aranan topçuydu o...teknik, hızlı çalım atabilen..spora yatkındı işte..

önce anadolu lisesini sonra da ordan fen lisesini kazandı..ilk o zaman ailesinden ayrıldı..yatılı okula gitti..fen lisesinde etütlerde yanında oturulmak isteyen beraber ders çalışılmak istenen adam da oldu..çok sessiz ama yeri ve zamanı geldiğinde kafa olabilen...işte böyleydi fen lisesinde de...

oradan üniversite sınavına girdi...ailesini ve öğretmenlerini yanıltmadı..derece yapmıştı üniversite sınavında..istediği mühendislik fakültesine girmişti..

İstanbula gitti üniversite eğitimi için..ingilizcesi de harika olduğundan olsa gerek hazırlık da okumadan mühendislik birinci sınıftan başlamıştı... yurtta kalıyor ve oda arkadaşlarıyla çok iyi anlaşıyordu. pek çok burs da kazandığı için ailesine maddi olarak sıkıntı olmuyordu..çoğu üniversite öğrencisi gibi üniversiteye girdiinde sapıtıp içkiye sigaraya da başlamadı..sporcu da olduğundan sigaraya karşıydı.arkadaşlarıyla bi biradan fazlasını içmezdi..sewmezdi.

sonra mükemmel adam sinema kulübünde bir kızla tanıştı...hayat dolu cıvıl cıvıl bi kız..hemen birbirlerini sewdiler..işletmede okuyan hanımkızımız mükemmel adamdan kısa, renkli gözlü ve kumraldı. istanbulun güzide bi lisesinden mezun olmuştu. o da mükemmel adam gibi pek çok arkadaşı tarafından sewilirdi..takı takmayı sewmez makyaj yapmazdı...gerek de yoktu. yüzü o kadar güzeldi ki...

mükemmel adam ve mükemmel kız beraber istanbulda caz festivalinden film festivaline her türlü sosyal etkinliğe katıldılar..ama bu arada kesinlikle ve kesinlikle derslerinden eksik kalmadılar..çoğu kişi onları kütüphanede kitapların arasında kaybolmuş vaziyette ders çalışırken hatırlar.

artık beraberlikleri aileleri tarafından biliniyordu. aileler de tanışıp anlaşmışlardı..sonsene beraber ewe çıktılar..mükemmel adam o sene okulunu dereceyle bitirdi...aslında pek çok iş teklifi almasına rağmen askere gitmeyi tercih edip asteğmen olarak akdeniz şehrinde vatani görevini yaptı..

askerleri ve üsleri tarafından çok sevildi mükemmel adam..hatta pek çok zaman üstleri ona hadi git manitanı gör diye izin verdi..hafta sonları istanbula kaçıp hayatının aşkı mükemmel kızı gördü sık sık. bu arada mükemmel kız da bi reklam şirketine girmiş çalışıyordu. sevgilisini bekliyor ewlilik planları yapıyordu.

mükemmel adam askerden döndü. iş bulması zor olmadı. başvurduğu her yerden cevap aldı.ve aralarından en iyisini seçip işe başladı.

işe başladıktan bi sene sonra nişanlandı ikiil.bi sene sonra da ewlendi..anadolu lisesinden olsun,fen lisesinden olsun üniversiteden olsun pek çok arkadaşı katıldı düğüne..herkes hiç unutulmayacak bi düğün olarak anlattı o geceyi...ailesi onlara istanbulda güzel bi ew aldı..şirket de arabayı wermişti...daha noolsundu...

düğünden sonra etrafına bakındı mükemmel adam...işte...yapılması gereken her şeyi yapmıştı..iyi bi işi, sevdiği bi karısı ve arkadaşları wardı..kariyerinde önü açıktı...her şey olması gerktiği gibiydi...

ama düğününde birisi wardı...onu kutlamış..mutluluklar dilemiş...ve ortadan kayolmuş..eski bi arkadaşı..gözlerinde garip bi bakış vardı...kıskançlık mı, neret mi, küçümseme mi..anlayamadığı bi bakış..bi yandan onu yargılıyor, öte yandan ona özeniyor ama o yarım gülüşüyle aslında ne kadar küçümsediğini de belli ediordu..o gece o surat gözünün önünden gitmedi..uyku tutmadı...kimindi o yüz??? kimdi o???

İş Görüşmesi


Askerden 17 mayısta döndüm. O günden beri bilfiil iş arıyom...nerdeyse 4 ay oldu ama ne biliim henüz panik diilim...hemen olmasın ama güzel bi iş olsun...istediim işi bulayım diye yırtınıom...

Tabi bu süreçte onlarca iş görüşmesi yaptım. ve bu iğrenç süreçi yazmadan duramıycam. tabi aslında insanları suçlamamak gerek. iş görüşmelerinde sorulan sorular onlarca yıllık işe alma tecrübelerinin sonucunda çıkarılmış göreceli en doğru sorular. ve sonuç olarak bu soruları soranlarda öğrendiklerini uyguluyolar. ama karşı taraf yani bu soruların muhattabı olan ben ise delirmek üzereyim.

Öncelikli olarak şunu anlatayım. ben bi fen lisesi mezunuyum. türkiyenin iyilerinden.. ama işte eğitim sistemimiz saolsun ortaöğretim başarı puanı diye bi bok çıkarmış. e bi de ben de üniversite sınavında harikalar yaratmadım. sonuçta türkiyenin fena sayılmayan üniversitelerinden birinde iktisat okumaya karar werdim. sikerim feni ilimi dedim yani... yannız nası bi karar wermişsem...üniversite bitti..askerlik bitti.. aradan yıllar geçti..ama iş görüşmelerinde karşılaştığım ilk soru...ya siz o kadar fen okumuşsunuz fen lisesini bitirmişiniz neden iktisat seçtiniz???? e tabi iş görüşmesinde "dedim ki sikerim feni ilimi" diyemiyosunuz...haliyle aldığım puan eee iktisat güzel ilim yaşasın keynes gibi şeylerle olayı geçiştirmeye çalıştım..ama istisnasız her iş görüşmesinde tokat gibi bu soru..kardeşim ben de istemez miyim şööle endüstri mühendisliği elektronik mühendisliği falan okumak...olmadı aq. ne üstüme gelion yani...ailem bana bu kadar hesap sormadı...

hadi bu soruyu geçion...fen lisesi geçmişini unutturuon... ortaya iktisatçı kimliğini koyuyon..bi şekilde artık iktisat mezunu bi insan olarak kabul ediyo karşı taraf...şimdi en önemli soru...bu işi neden istiyosunuz..e işsizim..iş yok...ne biliim atıom mesela...satın alma uzmanı vs. neden satın alma uzmanlığı..ya canım kardeşim..ben daha yeni işe başlıycam ne biliim neden satın alma uzmanlığı... tabi yazmaya başlıon ondan sonra..aldığım eğitime en uygun meslek, analitik düşünce gücü, zart zurt...

sıra geldi vurucu soruya...sektörel sorular..ya en çok buna deliriom..neden ambalaj sektörü??? ewet ya...sordular bana bu soruyu.. küçüklüğümden beri ambalajlara ilgi duymuşumdur.ewde hep ambalaj biriktiririm..manyağım ben demek geliyo içimden...ama olmuyo işte...büyümekte olan sektör,reel sektör..gelişmekte olan bi sektör..bu gelişmenin içinde yer almak isterim gibi saçma sapan cevaplar verip bu da geçiştiriliyo..

tabi iyi yönleriniz kötü yönleriniz nelerdir diye sorular da geliyo..başta çok tıkanmıştım bu sorulara...hatta bi tanesine walla ne biliim, kötü yönüm yok gibi bişii bile demiştim..tabii ki işi alamamıştım..

5 yıl sonra nerde görüosunuz kendinizi?? nerde görecem..ewde bilgisayar başında bira sigara içerken görecem..5 yıl önce de aynıydı 5 yıl sonra da aynı olcak...

sosyal aktivite..nelerle ilgilisiniz falan diye de sorarlar...diosun işte kitap sinema müzik film falan...ya bunlarla ilgili olmayan var mı..başka diyo...ya başka bişii bulsam zaten spor mpor zaten iş aramam...resim yapmayı becersem ressam olurum ne uğraşçam senle. gitar çalmayı bilsem grup kurarım siktir olup giderim çalarım biyerlerde..ama yoook...illa bööle egzantrik bişii bekliolar..ben bowling diom...rekorlar kırıom falan diom..yiyo hepsi...bi gün kapoera yapıom diicem...maksat gıcıklık...

aslında bu yazıda bi ipucu falan vermek isterdim..yani şööle diyin...şunları diyin bööle etkileyin diye ama daha kendime hayrım yok..

en son yazıyı kahrolsun insan kaynakları çalışanları diye bitirmek istiyom...

7 Ekim 2008 Salı

Viyana


Bilmiyom neden bunla başladım yazmaya..aslında müzik, kitap futbol..bööle şeyler yazmak istiyodum..ama bunla başlıycam sanırım..artık biyerlere yazmam gerek..belki sonra birkez daha yazarım...belki de 50 defa daha yazarım..ama yazmam gerek..

geçen sene eylül ayı...aralıkta askere gidecektim..yarım kalmış bi işi bitirmek istedim..7 senedir görmediğim bi insanı görmek için parise kalktım gittim..o da davet etti..bilmiyom ne düşünüyodum..ne istiyodum..ama tek bildiğim şey..onu tekrar göreceğimdi. allahım..o kadar heyecanlıydım ki..o uçak yolculuğu sanki bitmek bilmedi..

fransaya indiğimde geç kalmıştım..tren için bilet almışlar beni bekliyolardı...aceleyle taksiye bindim..ne dediğimi ne konuştuğumu bile hatırlamıom...adama sadece gar du lyon dedim..daha fazla fransızca konuşçak durumda diildim. zaten boğazım kurumuş..kan ter içinde kalmıştım bagajımı beklerken...gar du lyona vardıımda bi sigara yaktım..hatırlıyorum içtiim en keyifli sigaraydı...zafer edasıyla içime çekmiştim vinston laytımı..

onları gördüümde ise aceleyle trene atladık. herkese parisi görmek için can atarken ben 15 dakka falan kaldım..trenle o saça sapan fransız kasabasına doğru yol almaya başladık

öyle karşımda duruyolardı..diyebildiğim tek şey "C'est vrai?" diye sormak oldu..inanamıyodum..ama işte karşımda duruyolardı.

yol saçma sapan geçti..ne konuştuk ne anlattım hatırlamıom bile..bi ara bol bol fotoraf çektik..ben tabi aç karnına içmeye başlayınca iyice kötüledim..üstüme bira döküldüünü hatırlıyom..

ve tabi o saçma fransız kasabasına geldik..hiçbişeyin olmadığı 7 sene önce tanıştığımız yere..fransanın ortasında kimsenin bilmediği hiç bi özelliği olmayan biyer..ama etrafıma baktıkça..sanki orda doğmuştum...orda çok şey yaşamıştım..benim ülkem değildi..insanlar benle aynı dili konuşmuyolardı. ama kendimi oraya ait hissediodum..orada sadece 24 gün geçirmiştim...ama sanki yıllarca yaşamıştım orda..kendimi bulduğum yerdi orası..

o akşam saçma sapan geçti..aralarında kendi dillerinde konuşuolardı..hiç bişey anlamıyodum..nooldunu sorduumda birisini aradıklarını onunla buluşmak istediklerini söylediler..

akşama doğru çıktık..başka bi kasabaya doğru..aradıkları kişi ordaymış..bir sürü otostop vs. artık sinirlenmeye başlamıştım. ne yaptıklarını ne yapmaya çalıştıklarını anlamıyodum. 7 sene öncesi aklıma gelsdi..yine böyle sinirlendirmişti beni..ne bir açıklama ne de başka bişey..kızmamam gerekti..ama sinirlendim..ertesi gün daha güzel olur diye düşündüm

ve ertesi gün...kasabayı gördük anılarımızı tazeledik ve en önemlisi görülmesi gereken(!) insanlar görüldü..ve viyanaya doğru yolculuk başladı...öğleyin başlayan yolculuk ertesi sabah viyanada bitti..aklımda kalan tek şey sessiz sinema oynunun her dilde oynanabileceğidi...ve tabi ki trende uyumanın ne kadar zor olduğu..özellikle o yanında uyuyorsa ve o sana o kadar yakınken aslında geçen onca sene ardından senden ne kadar uzaklaştığının farkına vardığında.

viyanada ne gördüm ne görmedim hatırlamıyom bile...umrumda da diildi zaten...bitürlü konuşamadım...yanımdaydı ama o kadar uzaktı ki...oraya ait olmadığımı anlamıştım..başka bi hayatı vardı..benim anlayamayacağım bi hayat..benim içinde olamayacağım bi hayat.

söyledim..buraya viyanayı görmeye gelmediğimi onu görmeye geldiğimi de söyledim...cevap vermedi..hiç bişey demedi...neden çağırdın o zaman diyemedim..aslında diyecek çok şeyim vardı...yedi sene boyunca onu düşündüğümü kadıköy sokaklarında yürürken onu yanımda hayal ettiğimi, ortaköyden beşiktaşa yürürken içimden onunla konuştuğumu, akşam tek başıma odamda otururken onunda diğer odada oturduğunu hayal ettiğimi söylemek istedim..ama bişey değiştirmezdi.

viyana o kadar anlamsız geliyodu ki...anlamsız düz bir şehir..anlamsız bir dil..anlamsız insanlar...ağır yavaş ve amaçsız yaşayan insanlar...ama o orda yaşıyordu...geniş boş sokaklarına baktığımda onu burdan geçerken görüyordum..köşedeki restoranda içtiğini, pazarında kendisine şal seçtiğini görüyordum...burada yaşamış..burada büyümüştü..sokaklarında anıları vardı..yaşanmışlıklar vardı..ve ben o sokaklarda yoktum...onu da o sokaklardan koparmaya gücüm yetmezdi...

ve zaman gelmişti..hava alanındaydım..yol boyunca içtik...zaten sinirlerim yıpranmıştı 6 günde...kolayca sarhoş olmuuştum..onlar da sarhoştu..check-in yaptırmaya gittiğimde ordaki görevli bişiiler istedi..anlamadım...ingilizce konuştum..sinirli sinirli elimdeki bileti pasaportu aldı...sarhoş olduğum için hiç kızamadım..bu harekete kavga çıkarmam gerekti ama diyebildiğim tek şey "don't worry i wont come to austria again..really...i promise"

P.S.: olmadı..anlatamadım her şeyi...sanırım bi kez daha yazmam gerekecek...

Neden??



uzun zamandır biliodum...bişiiler yazmam gerek..kim okur kim okumaz hiç bi fikrim yok ama..bişiiler yazmam gerek..