6 Kasım 2010 Cumartesi

and sometimes i despair at who i've become

i have to come to terms with what i've done

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sabri Vol.3



My Dying Bride



My Dying Bride'ın en iyi şarkılarından...Yıllar sonra tekrar dinledim ve yine aynı karanlığı, aynı melankoliyi aynı umutsuzluk hissini yaratmayı başardı. İnsana karanlığı bu kadar hissettirebilen başka müzik yapılacağını zannetmiyorum

13 Ekim 2010 Çarşamba

En azından

Oralarda bir yerde olduğunu biliyordum...

8 Ekim 2010 Cuma

Gauloises


Ne bileyim... Bu sefer o tadı alamadım.
Sırtımda koca bi çantayla garda beklerken çektiğim nefeste aldığım o tadı.
Belki sen yoktun yanımda içerken...
O yüzden bu kadar yaktı boğazımı...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Ozzy Osbourne Konseri 30 Eylül 2010




Efsaneyi de kanlı canlı görmüş olduk böylece...

Boğazın ayazını yiyip üşütmemiştir işşalah..Islak ıslak söyledi şarkılarını...


It's fucking great to be crazy....


Bu Gus G'yi çok sevdim. Efsane olcak bu herif..

Paranoid, Mr. Crowley,Mamma I'm Coming Home,Crazy Train..Canlı canlı dinledim tüm efsane şarkıları

Özeleştiri: Fotoğraf çekmeyi adam gibi öğrenmem gerekiyo...

26 Eylül 2010 Pazar

Ozzy Osbourne - Scream


Yumurta kapıya dayandı ve konsere 4 gün kalmışken ben Scream'ı dinleyebildim. Anathema konserinde olduğu gibi yeni albümü konserde öğrenmek gibi bir salaklığa imza atmıycam en azından. Neyse Bir haftadır bilfiil albümü dinliyorum. Aslında önceki Ozzy albümlerini pek sevmemiştim. Zaten Sharon Osbourne'un Bruce D. için çıkıp Ozzfest'te maymun falan demesi, adam tutturup yumurta fırlattırması beni iyice soğutmuştu Osbourne ailesinden. Zaten Ozzy hayranlarınından da o kadından çok hazzetmediğine eminim. Sadece Ozzy tarafından olaya baktığımızda da adamın bütün olan bitenden haberi bile yok. Ne Bruce'un bunun arkasından atıp tuttuğundan ne de Sharon'un yaptığı konuşmadan... Steve Harris gelip tüm olan biten için özür dilediğinde öğreniyor herşeyi garibim.

Neyse albüme dönelim. Senelerdir bir arada olduğu Zakk Wylde yok bu albümde. Böylece o ağır kendini tekrar eden Black Label Society soundu da yok olmuş. Selanik doğumlu Firewind gitaristi Gus G. ile çalışmış bu albümde. Çok da iyi olmuş. Şarkıların hepsini Ozzy ve yapımcısı Kevin Churko ile klavyeci Adam Wakeman yapmış. Böylece biraz daha özüne dönmüş. 62 yaşındaki bir adamdan beklenmeyecek şekilde sert ve ağır bir albüm ve çoğu yerde Sabbath dönemlerine geri dönüyor. Albüme Ozzy'nin en progresif albümü diyenler de var. Albüm Ozzy'nin en progresif albümüdür doğrudur ama progresif bir albüm değil orası kesin. Bayaa düz net Heavy Metal.

Albüm 48 dakikalık yani çok uzun değil ama içinde süper şarkılar var: Zaten ilk üç şarkıda olayı koparmış: Let it Die süper bir açılış şarkısı. Ozzy'nin biraz da kendisiyle taşak geçtiği bir şarkı. Let me Hear You Scream ise tam bir konser parçası. Konserde bu parçayla bayaa anırcaz sanırım. Soul Sucker'sa albüme ilk ismini verecek parça olarak düşünülmüş ama Ozzy hayranları ne bu lan pop albümü gibi diyince vazgeçilmiş. Gayet Sabbathesk bir parça. Life Won't Wait; Diggin Me Down, Latimer's Mercy ise albümdeki diğer iyi parçalar. Diggin Me Down bundan 20-25 yıl önce yapılsa sanırım çok tepki toplardı:) Sözleri çok güzel. Crucify ise albümdeki favori parçam.

Bu arada Ozzy'nin vokalleriyle abartı oynanmış.Zaten ilk şarkıda düz efekte boğmuşlar sesini. Konserinde bunun yarısı performans gösterse süper olur.

Konser demişken 20 Eylül Paris konserinin Playlisti:

1. Bark at the Moon
2. Let Me Hear You Scream
3. Mr. Crowley
4. I Don't Know
5. Fairies Wear Boots
6. Suicide Solution
7. War Pigs
8. Shot in the Dark
9. Rat Salad
10. Iron Man
11. Killer of Giants
12. I Don't Want to Change the World
13. Crazy Train
14. Mama, I'm Coming Home
15. PARANOID (babayın kemiiine!!!!!)
16. Flying High Again
17. Into the Void

Konser yazısı mı oldu albüm yazısı mı oldu ben de anlamadım. Neyse 30 Eylül günü herkese iyi eğlenceler ve yeni albümde süper olmuş diyip bağlayayım..

19 Eylül 2010 Pazar

Giant Squid - The Ichthyologist


Öncelikle grubu Artemisia Gentileschi'nin şu yazısından tanıdım. Yeni bişeyler dinlemek için yırtındığım bugünlerde çok iyi geldi Giant Squid. Daha web sitesi bile olmayan Myspace ve Facebook'tan idare eden bir grup. İlk dinlediğimde ise gerçekten bayıldım ve takip edilecek guplar listeme ekledim. Konsept olarak deniz yaratıklarına ve canavarlarına takmış bir grup. Müzik ise tamamıyle uçuk. Aradığınız herşeyi bulabilirsiniz. Tanım olarak pek çok fanzin progressive/doom/stone metal demiş ama ne bileyim bence tam olarak bir kalıba sokmak haksızlık olur. Dinlerken Post Rock'tan Gogol Bordello'ya Black Sabbath'tan My Dying Bride'a kadar geniş bir yelpazede her türlü grubu ve müziği duyabilirsiniz. Bu da elemanların müzikal açıdan ne kadar doyumsuz olduğunu ve her şeyi yapmak istediklerini gösteriyor.



The Ichthyologist albümü ise 2009 çıkışlı. Ancak daha Amerika sınırları dışına çıkamamış. Albümün promosyonu hakkında ilginç bir nokta: Albümü Myspace'ten gruba sipariş eden ilk 50 kişiye grubun gitar vokali Aaron Gregory kendi elleriyle San Fransisco körfezinden topladığı köpek balığı dişlerini hediye ediyor. Böyle de cins elemanlara sahip:)



Albüme gelirsek dediğim gibi birbirinden çok farklı yapılara sahip pek çok şarkı var. Açılış şarkısı Panthalassa dinlediğim en güzel ve en gaz açılış parçalarından. Süper bir riff ve süper iniş çıkışlar. Ama albümün en iyi parçası ikinci şarkı La Brea Tar Pits. Uzun zamandır dinlediğim en hasta vokallere sahip (Brutal diil, panik yok) tam bir funeral doom parçası olarak başlıyor ve bir post-rock parçası olarak bitiyor. Şarkı albümün hiti benim için. Ardından gelen Sutterville ve Dead Man Slough'la çok hızlı başlayan albümün temposu düşüyor ama Throwing Donner Party at Sea ile tekrar hız alıyor. Bu parçada anaaa Gogol Bordello lan bu diyebilirsiniz. Şarkıda brutal vokalleri ise Crisis'teki hatun yapmış. Evet o brutal vokller bi hatuna ait:)



Sevengill ise albümün diğer hiti bana göre. burda da My Dying Bride'vari bir giriş, ağır riffler ve sonunda sürpriz olarak Anneke van Giersbergen'in vokalini duyabilirsiniz. Bu parçada uzun zamandır dinlediğim en sağlam doomy parçalardan. Mormon Island parçasında ise grup tekrar post rock yapısına dönüyor, ve sadece keman ve vokalle direk ambians'a sokuyor. Blue Linckia şarkısı Sabbathesk ağır rifflerle örülü olsa da Mormon Island'ın tamamlayıcı parçası oluyor. emerald Bay ve Rubicon Wall'la albümün sıkıcı parçaları. Sanki daha iyi bitirebilirlermiş gibi geldi.



Eğer değişik birşeyler dinlemek istiyorsanız albümü öneririm. Her sounddan barındıran ilginç hastalıklı bir müzik. Son 10 gündür aralıksız dinliyorum. ama artık biraz ara vermem gerekiyor. Ozzy Osbourne konseri yaklaşıyo. Biraz Ozzy çalışalım da konserde bu neydi lan, hangi parçaydı lan bu falan demiyeyim.


6 Eylül 2010 Pazartesi

Sabri Vol.2



Daha önce burda vol. 1'i vardı. Ya bu adam türk futbolunun rengidir. Ne denir ki sana daha bilmiyom . İyi ki varsın. Ofiste iğrenç geçen günümü neşelendirdin...

Kurban - Sahip


Aslında albümü 1-2 ay önce acayip yoğun biçimde dinlemiştim ve zorla herkese dinletmiştim. Ama araya başka şeyler girince yazamamıştım. Bugün iş çıkışı eve yürürken bişeyler dinliyodum. Last.fm'in önerdiği saçma sapan şeyler. Belki güzel bişiiler çıkar aralarında diye indiriom işte hepsini. Dinlediklerim bayınca dur neler atmışız önceden empeüç playırın içine diye bir baktım. Ve Kurban'ı dinlemeye başladım. Bugün acaip de sinrim bozulmuştu iş yerinde ve o kadar iyi geldi ki... 1 ay önce de çok iyi gelmiş ve pek çok şeyi geride bırakmama yardımcı olmuştu.
Albüm hakkında detaya inmiycem. Ama albümü sewmeyen gerçekten mal ne diyim. Sağda solda yorumları okursanız yok Toxicity yok şu yok bu yok arak yok taklit falan diye saçma sapan şeyler okursunuz. Bunları ciddiye alırsanız (iddaalı konuşuyorum) şu ana kadar yapılmış en baba prodüksüyonlu türkçe rock albümünü kaçırmış olursunuz. Albümün masteringini zaten George Marino yapmış ve öyle böyle değil cayır cayır gitarlar.
Hakim, İFRİT, Güneş, Yobaz, Mesih albümün en mükemmel şarkıları. Aslında albümdeki bütün şarkılar mükemmel ama bu 4 şarkıyı defalarca dinledim ve hala doymadım.
Sözlere gelince...Yine iddalı olacak ama şu ana kadar yazılan en iyi türkçe rock parçaları. yok ya abartmıyorum. Özellikle İfrit parçası. Öyle böyle değil.
Albümü indirmeyin. İki biraz az için gidin alın derim ben.

5 Eylül 2010 Pazar

Ihsahn - After

Kesinlikle bu sene dinlediğim albümler arasında ayrı bir yere koyacam After'ı. Gerek kapak çalışması, gerek soundu, sözleri, ambiyansı...Herşeyiyle bildiğinizin alıştığınızın dışında ezberbozan inanılmaz bir albüm olmuş After.
Metal piyasasında bir sonraki işi en fazla merak edilen adamlardan biri Ihsahn, diğeri de Akerfeldt'tir büyük ihtimalle. Bu iki adam da kalıplarına sığamaz, sürekli yeni ve farklı bir şeyler arar, karanlık taraflarından asla taviz vermeyerek müziklerine inanılmaz boyutlar katarlar.
Albüm baştan sona dahiyane. Konsept karanlık ve saykodelizm arasında gidip geliyor. Ve bu iki duyguyu albüm boyunca birbirine o kadar iyi karıştırmış ki... Bu sadece müziğin, enstrümanların iyi harmanlanmasıyla oluşturabilecek bir şey değil, bu duyguyu dinleyene aktarabilmek gerçekten deha işidir.
Albüm The Barren Lands'la açılıyor, albümün en progresif şarkısı diyebiliriz özellikle sololar ve riffler gerçekten harika. Ardından gelen A Grave Inversed ise sanırım extreme müzik tarihinde apayrı bir yere sahip olacak. Saksafon gibi metal müzik dinleyicisinin hiç alışkın olmadığı bir enstrüman; parçanın en önemli sesi haline gelmiş ve kesinlikle göze batmıyor. İşte bunu demin yukarıda bahsettiğim karanlık ve saykodelizm konseptinin harmanlamasıyla başarmış.
Albümün isim parçası After clean vokallerle başlayıp sonlarında Ihsahnvari kopuş yaşayan güzel bir parça. Ardından gelen Frozen Lakes on Mars The Barren Lands'le beraber albümün diğer progresif kasışı, şarkının solosu süper.
Undercurrent ise albümdeki en sevdiğim iki parçadan birincisi. Yavaş bir giriş, ardından gelen karanlık riffler ve sonunda saksafonun eşlik ettiği bir melankoli... Ihsahn müzikal doruğa ulaşmış bu şarkıda.
Austere ve Haven's Black Sea albümdeki karanlık havayı tamamlayan şarkılar ama On the Shores öte bir şarkıdır. Bu kadar diyeyim. Baştan sona kadar inanılmaz bir atmosfer.Albümün bir özeti aslında bu şarkı. Emprovize saksafon soloları, inanılmaz geçişler, melankoli, karanlık. Anlatılamıyacak güzellikte bir şarkı.
Sanırım bu seneki en iyi albüm bu olacak.Uzun zamandır bu kadar farklı bir albüm dinlemiyodum. Aralarında pek benzerlik yok ama bir sonraki Opeth albümünü bekleyenler bununla idare etsinler. Farklılık ve progresiflik açısından kesinlikle doyuracaktır.

2 Eylül 2010 Perşembe

Blind Guardian - At the Edge of Time


Uzun zamandır Power Metal dinlemiyodum. İyi geldi aslında. 16 yaşıma geri döndüm. Bu işi yapan adamlar gaz konseptini o kadar iyi biliyorlar ki; yaş kaç olursa olsun farketmiyor acayip gaza geliyorsunuz. Albümü dinlerken bi an lan basayım gideyim biyerlere savaşayım falan dedim.
Dediğim gibi uzun zamandır Power Metal ve türevleriyle aram olmadığı için Blind Guardian'ı Nightfall At the Middle Earth döneminde bırakmıştım. Hemen albümü Nightfall'la kıyaslama gibi bi klişeye düşmüycem. Daha önce bikaç albüm yazısında demiştim her albümü kendi içinde değerlendirmek gerek. Her grubun "top" yaptığı bi albüm vardır ve o albümden sonra grubun düşüşe geçmesi ya da farklı bişeyler yapmaya çalışması normaldir. Blind Guardian uzun zamandır bunun sancısını yaşıyo. Çünkü öyle bir albüm yaptılar ki kendileri dahil hiçbir Power Metal grubunun ulaşamıyacağı bi noktaya geldiler.
Bu nedenle albümü tüm BG albümlerinden soyutlayarak değerlendirirsek; sanırım son yıllardaki en sağlam, en epik PM albümü. Dediğim gibi çok PM'yle aram çok kalmadı son 10 senedir ama iyi bişey çıksa heralde farkederdim.
Hansi Kürsch gibi adam her gruba nasip değil, öncelikle bunla başlamak gerek. İnanılmaz farklı bir ses rengi var adamın. Zaten BG'yi öncelikle farklı kılan ne Middle Earth konsepti ne de melodileri ve ritmleri, bu damaın inanılmaz sesi. Albüm boyunca inanılmaz notalara çıkıyor ve çoğu şarkıda kendisine koro eşlik etse bile kesinlikle aralarında kaybolmuyor.
Albüm Sacred Worlds şarkısıyla açılıyor ve BG ilk defa gerçek bir orkestrayla çalışmış o yüzden biraz tırsmışlar. Onlar için albümü farklı kılan en büyük özellik buymuş. Aklımızda nasıl bişey yapacağımız vardı ama bunları nasıl orkestral hale getireceğimizi bilmiyorduk diyorlar, bu kadar da dürüst adamlar.
Sacred Worlds inanılmaz bir şarkı. Ben böyle coşkulu bir şey uzun zamandır dinlememiştim. 9.19 dk. uzunluğunda bir şarkı ama nasıl başlıyor nasıl bitiyor anlamıyorsunuz.
Ardından gelen Tanelorn, Road of no Release ve Ride into the Obsession(ki albümdeki favori şarkılarımdandır) zaman tüneli niteliğinde ve sizi Imaginations dönemine kadar geri götürüyor.
Curse my Name ise albümün Bard's Songvari flüt ve kemanlarla süslü bir Ortaçağ madrigali. mükemmel bir şarkı. Hansi'nin sesine doyduğumuz şarkı...
Valkryies ve Control the Divine tempoyu tekrar yükselten biraz da klasik BG parçaları. Ama albümün favori parçası War of the Thrones'ta Sacred Worlds'teki o heyecan sizi tekrar sarıyor ve aa ben savaşa gitçektim lan bak unutmuşum albümü dinlerken diyebilirsiniz. Gerçekten süper bir ballad.
A Voice in the Dark'ta şu Iced Earth'teki eleman (Demons&Wizards muhabbetindeki hani) çalmış sanırım. Zaten Iced Earth sounduna uygun olarak albümün en agresif parçası, solosu da mükemmel.
Wheel of Time ise albümün kapanış parçası. Açılıştaki gibi yine orkestra eşlik ediyor BG'ye. Ama bu sefer fark; aralarda oryantal ezgiler uçuşuyor. Gerçekten mükemmel olmuş. Özellikle sonunda şarkı iyice uçuyor. Mükemmel bir kapanış.
Eğer albümü Nightfall'la karşılaştırma gafletine düşmezseniz mükemmel bir albüm sizi bekliyor, benim gibi 28'inden sonra ortalıkta ergenler gibi dolaşabilirsiniz.

22 Ağustos 2010 Pazar

Iron Maiden - The Final Frontier





30 yıl, 15 albüm....Steve Harris'in zamanında bir yerlerde 15 tane albüm falan yaparız heralde demesi, albümün ismi, adamların artık dede olması gibi sebeplerle herkesi son albüm mü lan yoksa korkusu sarmış. Bruce ve Nicko ööle bişey yok, gücümüz yeterse daha albüm yaparız açıklamaları yapmış ama ne yalan söyleyeyim insan dinlerken ya bunlar dinlediğim son Maiden parçalarıysa diyor.



Kapaktan da belli olduğu gibi bu sefer uzay temalı süper bir albüm yapmış IM. Bruce ve Smith'in IM'e dönüşünden sonraki yeni dönemin en iyi albümü bence. Brave New World mükemmel bir albümdü tabi yeni kadronun da ilk albümü olduğundan o kadar objektif olamamıştı kimse. Dance of Death'te yer alan Paschendale zaten albüme yetecek bir parçaydı. A Matter of Life and Death benim için arada kaynadı o yüzden bişey diyemiycem ama bu albüm resmen şaheser olmuş.



Albüm Satellite 15... The Final Frontier parçasıyla açılıyo. Bi Smith Harris çalışması. (Zaten bütün parçalarda Harris var bu albümde) Şarkı iki bölüm ve ilk bölüm inanılmaz derecede Bruce'un solo dönemini anımsatıyo. Ve ikinci bölümde şarkı patlıyo. Tam bir IM giriş parçası. Büyük ihtimalle konserde bu parçayla girdiklerinde her yer yıkılacak.


El Dorado Bruce'un piç vokalini konuşturduğu (Bring your Daughterish) süper eğlenceli bi şarkı. Ritmi ve riffleriyle ikinci The Trooper.. Ayrıca üç gitarisitin de üst üste solo attığı (triple solo olayı) tek şarkı.


Mother of Mercy yine savaş temalı Smith Harris şarkısı özellikle sonu mükemmel şarkının. dinledikten sonra saağda solda "I'm a Soldier of Waaaar" diye bağırırken bulabilirsiniz kendinizi.


Coming Home albümdeki üç favori parçamdan birincisi. Zaten Bruce'un parmağının olduğu parçalar kendini belli ediyor. Albümün en yavaş ve en melodik parçalarından.. Ortasındaki sololar zaten inanılmaz..O nasıl bir "We will ride these thunderbirds!!" deyiştir ayrıca.


The Alchemist eğlenceli bir Gers parçası. Röportajında da güzel bir rock'n roll ritmi buldum ama albüm zaten uzun ben de parçayı uzatmadım diyor. Albümün en kısa en eğlenceli şarkısı.


Isle of Avalon "Seventh Son..." zamanında yapılıp unutulmuş bi şarkı sanki...Bu şarkıyla zaten albümün ikinci yarısı başlıyor ve albüm daha progresif bi hal alıyor.


Starblind'sa albümdeki diğer favori parçam. Yine Bruce parçası ve yine Bruce o yaşlanmaz sesiyle kimsenin çıkamayacağı notalara çıkıyor. Ayrıca şarkı boyunca inanılmaz güzel sololar gizli. Dinlerken dikkat edin arkada sürekli sololar devam ediyor. Gerçekten coşmuş aşmış süper bir parça...


Ve The Talisman... The Alchemist'te kısa kesen Gers burda aşmış bitirmiş. Ghost of the Navigator 2 diyolar parçaya sözleri itibariyle. Albümün en mükemmel parçası...Hatta Iron Maiden'ın son on yılda Paschendale'la beraber yaptığı en iyi şarkı. Şarkıyı aşağıya ekledim zaten. Söz yetmiyo anlatmaya.


The Man who Would Be King beni çok sarmadı nedense. Ama sonundaki nakaratı harika.


When the Wild Wind Blows 11 dakikalık Harris parçası. Böyle bir albüme böyle bir kapanış yakışırdı zaten. Muhteşem melodiler cömertçe saçılmış; sololar desen ayrı bir dünya, Bruce'u söylemeye gerek yok heralde. İnanılmaz bir parça..

Iron Maiden'ın son albümü olur mu bilmiyom ama böyle bir son yakışır babalara gerçekten. 7/24 dinliyorum albümü ne zaman bıkarım onu da bilmiyorum. Giderayak onlarca hit bırakmışlar bize. Teşekkürler IM.






15 Ağustos 2010 Pazar

Rotting Christ - Aealo



Tam 21 olmuş Rotting Christ kurulalı. 11 tane albüm. Black Metal gibi çok fazla dinleyeni olmayan bi müziği Yunanistan gibi bi ülkede yapıyorsunuz, bu müziğin aslı fanlarının olduğu İskandinav ülkelerinde değil. Ayakta kalmanızı sağlayan tek şey olabilir o zaman. Gerçekten çok iyi müzik yapmak ve hissettiklerinizi dinleyenlere de hissettirebilmek. İşte Rotting Christ bunu yapabiliyor.
Aealo bu blogda yorumladığım ikinci Rotting Christ albümü. İlki burada . Theogonia'yı da çok sevmiştim. Tabi hiç bir albüm benim için After Dark I Feel olamayacak.
Bu albümde Rotting Christ; Theogonia'yla girdikleri etnik ekseninde iyice ilerliyor. Öncesinde tek etiketi Black Metal grubu olan RC şimdi Yunan olduğunu albüm kapaklarından şarkı isimlerine kadar her yerde yansıtıyor. Neden böyle bir yol seçtiklerini pek anlamadım. Etnik öğeleri öne çıkaran grupları sevmemek gibi bi durumum yok ama galiba RC'ye bunu yakıştıramıyorum. Theogonia'yla olabilir demiştim ama bu albümde artık iyice abartmışlar. Ha kötü mü hayır. Hatta kesinlikle hayır. Eğer dinlediğim şeyin RC olduğunu unutursam mükemmel bile diyebilirim. Ama onca albümden sonra garip geliyor.
Neyse...Dediğim gibi albüm etnik öğelerle bezeli. Albümün adı yunanca yıkım anlamına geliyormuş. Konsept bir albüm yapmışlar ve albümde bir savaşçının savaş sırasındaki hislerini yansıtmaya çalışmışlar. Gerçekten de albümü dinleyince o ruhu yakalıyosunuz.
Albümdeki en dikkat çeken nokta ise bayan vokaller. Pliades adında Epirus'lu bir bayan vokal grubu. Pek çok şarkıda vokal yapmışlar ve yalan yok süper olmuş. Albümde ayrıca Primordial'den Nemtheanga ve Necromantia'dan Magus'un da vokalleri var. Sakis bunun için bir röportajında ilk defa bi RC albümünde İngilizce aksanla şarkı söylendiğini duycaksınız diyor:).
Benim için albümün hitleri açılış parçası Ealo, eski zamanlara selam çakan Demonon Vrosis ve Santa Muerte. Albümde ayrıca Diamanda Galas'la beraber Orders From the Dead' tekrar yorumlamışlar. Sakis benim için büyük onur diyor bu parça için. (O kadından nedense tırsıom ben) . Şarkı da zaten Diamanda'nın vokali ve RC'nin müziğiyle piskopat olmuş. Bu arada şarkı İzmir'deki Yunan katliamını anlatıo haberiniz olsun.
Dediğim gibi albüm aslında süper, mükemmel melodiler ve rifflerle dolu,tam bir savaş albümü, ama keşke RC'nin değilde başka bir Yunan grubun olsaydı. RC yine After Dark I Feel gibi inanılmaz karanlık bi albüm daha yapsaydı.

13 Ağustos 2010 Cuma

Deftones - Diamond Eyes



Ben de Deftones bu kadar çok sevdiğimi bilmiyodum. Matrix soundtrack'inde tanımıştım grubu ilk taa lisede. O zamanlar daha ortodox bi müzik anlayışım vardı. Farklı gruplara biraz mesafeli duruyodum. Tabi sonra Maynard James Keenan'la söyledikleri Passenger'larını dinlemiştim. O zaman hastası olmuştum grubun. White Pony başucu albümüm olmuştu birden.

Gerçekten de Deftones diğer bütün Heavy Metal gruplardan farklı bir yerde. Vokal olsun, sound olsun, hayvani riffleri olsun unique diyebileceğimiz taklidi olamayacak bir grup.

Son albümleri Diamond Eyes'ta da Deftones farklılığını gene hissettiriyor. Albüme genel eleştiriler soundunun iyice düz rock grubu sounduna yaklaştığı yönünde. Deftones genelde vokali ön plana davulu da en geriye atıp gitarla basın soundunu tamamiyle birbirinden ayırırdı. bu albümde tüm enstrümanların sesi iyice birbirine yaklaşmış. Ancak yine de bu Deftones'un tarzından bir şey kaybettirmemiş bence. Zaten Chino'nun vokali ve yazdığı o sayko sözler oldukça Deftones farklılığından birşey kaybetmeyecek.

Albümün açılış parçası Diamond Eyes. Sanırım bi binkere daha dinlesem bıkmam. Royaldaki sayko rifflere birşey demiyorum zaten. Ama albümde Prince die bi şarkı var. Böyle bir şey yok ya. Bu nasıl sözler bu nasıl çığlıktır ya. Chino insan değil. Albüm için Chi Cheng'in komaya girmesinden çok etkilendiklerini bu yüzden daha optimist bi albüm yapmaya çalıştıklarını söylemişler. Diğer albümleri kadar karanlık değil kabul ama Cure fanı bi grup ne kadar optimist olabilir zaten.

Albümü mutlaka dinleyin. 2010 yılının en sağlam sounduna sahip albümüdür.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Mahveder

Kaptan


Ben bu adama güveniom ya...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

18 Temmuz 2010 Pazar

The Lost Room


Sonisphere'iydi, İzmir'iydi, Yann Tiersen'iydi falan derken bi türlü bişeyler izlemeye hazır hissetmiyodum kendimi. En sonda harddiskte beni bekleyen kore filmlerine sardım. Bi de fi tarihinde indirdiğim Lost Room'u açayım dedim. Evet acaip pis sardı. Neden bu kadar geç keşfettim diye kızdım kendime ayrıca.

Bir bilgisayar oyunu kurgusuyla giden muhteşem bir mini dizi The Lost Room. Konusu New Mexico'daki ufak bir otel odasından seneler öncesinden kalma bazı eşyaların dünyaya yayılması ve her eşyanın özel bir güce sahip olması. Eşyalardan bir tanesi olan anahtar ise bütün kapılara o kayıp otel odasına açıyor. Ve dedektif Joe Miller'ın (Peter Krause-Six Feet Under) kızı da bu oda içerisinde kayboluyor.


Odanın kuralları, eşyalarla kafayı bozmuş tarikatlar, gruplar falan derken 3 bölüm sonunda neden bu kadar çabuk bitti diyorsunuz. 2006 yapımı dizi o yüzden çok kızdım kendime neden bu kadar geç keşfettim diye.




Peter Krause Six Feet Under'da süperdi burda da aynen devam ediyor ama keşke Dexter kadar ünlü olabilseydi de daha fazla seyretseydik.



Ama dizideki favorim Wally Jabrowski rolüyle Peter Jacobson. Onun olduğu her sahne acaip eğlenceli.

Devamı falan çekilecek diye sağda solda. Çekildi mi bilmiyorum ama aradan geçmiş 4 sene yalan olmuştur artık.

13 Temmuz 2010 Salı

Noir Desir - Des Visages Des Figures



Onlarca mp3 var bilgisayarda. Ne dinleyeceğime bi türlü karar veremedim. Daha doğrusu ruh halime karar veremedim. Ne dinlemek istiyom şimdi... İşte böyle anlarda ne zaman L'appartement ya da A l'envers A l'endroit'yı açsam sakinliom. 2001 yılında çıkan muhteşem albüm. Asla eskimeyecek bir albüm. Keşke o talihsiz olay olmasaydı da daha dinleyebilseydik Bernard Cantat'yı.


"Un silence de toi, pouvait pousser mon rire à mourir"

9 Temmuz 2010 Cuma

23 Haziran 2010 Çarşamba

Presence

one has to come to terms with one's own mortality.and you can't really help people who are having problems with mortality,if you've got problems of your own.so you have to begin to sort things out,and i thought i had sorted things out until i saw this excerpt from this book,of certainty i shall remember what it said:"life is not the opposite of death. death is the opposite of birth. life is eternal."and i thought that it's the most profound words i have ever heard about that issue and it really put me in peace. [i felt it was a wonderful story.] and that's it. what else is there to say? heh.life is eternal. surely the opposite of life is not death, but life is eternal. there is no opposite.and so, what happens is, i suppose, [and isn't this a raging (or outrageous)] state of pure consciousness, stillness and silence? yeah, what we are looking for now, we are searching for and we have been searching for, now we've become closer to it and now we know it's already there, is there for ever to seek, it's there, and it's going be there, all the time, forevermore. "only you can hear your lifeonly you can heal inside"(life is eternal...)

20 Haziran 2010 Pazar

Pain of Salvation - Road Salt One

Bayaa biriktirmişim yazacaklarımı; bunu anladım bugün. Bitürlü kafamı toparlayıp buraya aktaramıyodum. Halbuki deli gibi boş zamanım da vardı.
Neyse...Uzun zamandır yazmak istediğim başka bişey de Pain of Salvation'un yeni albümü. Road Salt One.
Progresif çok sevmeme rağmen hiçbir zaman POS fanı olamamıştım. Tamam süper grup, tamam Daniel Gildenlöw insan değil. Ama işte bazı gruplara kanım ısınamıyor. Neden bilmiyorum.
Sanırım bu kan ısınamama olayı bu albümde son buldu. Uzun zamandır dinlediğim en harika albüm Road Salt One. Ki bunu bir POS fanı olmama rağmen söylüyorum. Kimsenin çıkıp da "Ben 70'lerin sounduyla bi albüm yapacam" deme cesaretinde olacağını zannetmezdim. Hele POS gibi adı Progresif'le anılan bi grupsa. Herşeyden önce bu bile inanılmaz cesur ve saygı duyulacak bi hareket.
Albüme gelirsek baştan sona mükemmel şarkılarla dolu. bütün şarkılar inanılmaz özenilerek yapılmış. Yapılan müziğe şuna benziyo buna benziyo demekten nefret ederim ama bu albüm böyle densin diye yapılmış:) Led Zeppelin'den tutun 60'ların Blues parçalarına hatta The Doors ve hatta Jethro Tull'a kadar tüm baba gruplardan birşeyler duyabilirsiniz albümde.Daniel Gildenlöw sanırım kariyerinin en mükemmel performansını sergilemiş. Adamdaki ses değil başka bir şey.
No Way, She Likes to Hide albümün süper açılış parçaları ancak Sisters uzun zaman hit kalacak orası kesin. Defalarca dinledim. yok doyum olmuyo parçaya.
Ancak albümün hiti bana göre Linoleum olmuş(Zaten EP'si çıkmıştı öncesinde parçanın). O nasıl bir gazdır, o nasıl bir çığlıktır. Son zamanlarda en kendimi kaybettiğim şarkı oldu.
Curiosity ise albümde sözlerini en sevdiğim şarkı oldu: Your Love is Poetry, My Love is Sodomy:)
Özet: Süper albüm. Mutlaka dinleyin.

Lat Den Ratte Komma In


Uzun zamandır kafaya koyup izleyemediğim bir filmdi. Film festivalinde gidemediklerimi yavaş yavaş tamamlayabiliyorum.
Neyse bu filmi de uzun zamandır bekletiyordum bi kenarda. Aslında ne korku filmi ne de vampir hikayesi meraklısıyım. Ama İsveç yapımı bir vampir filmi denince merak ettim biraz. Dünyadaki bir çok festivalden ödülle dönmüş olması zaten filmin farkını da ortaya koyuyor.


Bir vampir filminden beklenen kan, şiddet ve aksiyondan çok; film sizi İsveç'in buz gibi atmosferi ve çocukların kendi aralarındaki o saf diyaloglarıyla etkiliyor. Bir yerden sonra vampir filmi olduğunu bile unutuyorsunuz.


İki çocuk da inanılmaz başarılı oynamışlar. Özellikle vampirella rolundeki Eli. Etrafta dolanan Twilight çılgınlığından baydıysanız mutlaka öneririm.

Haruki Murakami Hakkında


Yeni bir şeyler okumam gerekiyordu. Farklı bir şeyler. Beni biraz bu dünyadan alıp götürecek. Bloglarda öylesine dolaşırken rastladım bu yazara. Ne yalan söyleyeyim daha önce hiç duymamıştım. Japon edebiyatı hakkında da en ufak bi fikrim yoktu. Hangi kitabıyla başlamam gerktiğini de bilmiyordum. Türkçe'ye çevrilmiş 5 kitabından piyasada yalnızca 4'ü vardı. Bu sabah itibariyle piyasadaki 4 kitabını da bitirdim. Zorlu ama bir o kadar da eğlenceli bir süreçti benim için. İhsan Oktay Anar külliyatını da bitirdikten sonraki hissiyata düştüm biraz: Ne okuyacam ben şimdi??:)



Sahilde Kafka'yla başladım maceraya. Kitap 600 küsur sayfaydı.Ve nasıl bu kadar çabuk bitirebildiğimi de ben de anlamadım. Dili inanılmaz akıcı, karakterler (ki bana çok yabancı bir kültürden olmasına rağmen) inanılmaz gerçekçi, doğal ve olaylar da bir o kadar doğaüstüydü. Sanırım Murakami'nin en büyük yeteneği de bu. Sizi yakalayabilecek samimi ve doğal karakterleri yaratıp onları doğaüstü olayların içine atıyor.



Ardından başladığım Yaban Koyunun İzinde Sahilde Kafka'nın yanında biraz sönük kaldı. Yine samimi karakterler, yine doğaüstü akıl almaz oyunlar ve bu sefer farklı ve sürpriz son. Japon animeleri ve mangalarına alışık olanlar sanırım Murakami'nin yarattığı bu dünya içerisinde hiç yabancılık ve sıkıntı çekmezler. Çünkü gerçekten çok farklı bir hayalgücü dünyası var Murakami'nin.



İmkansızın Şarkısı... Murakami bu sefer kafasında yarattığı animevari karanlık dünyadan çıkıp kendi yaşadığı karanlık dünyasını anlatmış. Kitap aslında bir nevi Murakami'nin otobiyografisi. Beni en çok etkileyen kitabı sanırım bu oldu. Özellikle pazar günleri hakkında yazdıklarını okuyunca iki saat elimde kitap tavana boş boş bakıp düşünmüştüm.


Okurken en çok zorlandığım sanırım bu kitabı oldu. Zaten daha bu sabah bitirebildim. Diğer kitaplarından daha uzun, daha yavaş ilerleyen ve daha karmaşık ( daha imgesel demeliyim aslında) bu kitabı. Sonlarına doğru yine Murakami akıcılığına kavuşuyor. Kitapta ana hikayeyle beraber pek çok yan hikaye ilerliyor ama özellikle savaş hikayeleri olanca acımasızlığıyla yazılmış. Diğer kitaplarında da gösterdiği anti militarist yanını bu sefer daha şiddetli bir şekilde vurgulamış. Savaşın en iğrenç yüzünü ortaya çıkarıyor ve bu iğrençliği okudukça savaşın anlamsızlığı ve boşluğunu hissediyorsunuz.


Biraz geç oldu tanımam Murakami'yi. Sanırım bu geç kalmışlık duygusuyla kitaplarını yutarcasına okudum. Şu dönemi atlatmama aslında en fazla bu adam yardımcı oldu desem yeridir.

3 Haziran 2010 Perşembe

Jeux d'enfants - Tutku

Du bonheur à l’état pur, brut, natif, volcanique, quel pied ! C’était mieux que tout, mieux que la drogue, mieux que l’héro, mieux que la dope, coke, crack, fitj, joint, shit, shoot, snif, pét’, ganja, marie-jeanne, cannabis, beuh, péyotl, buvard, acide, LSD, extasy. Mieux que le sexe, mieux que la fellation, soixante-neuf, partouze, masturbation, tantrisme, kama-sutra, brouette thaïlandaise. Mieux que le Nutella au beurre de cacahuète et le milk-shake banane. Mieux que toutes les trilogies de George Lucas, l’intégrale des muppets-show, la fin de 2001. Mieux que le déhanché d’Emma Peel, Marilyn, la schtroumpfette, Lara Croft, Naomi Campbell et le grain de beauté de Cindy Crawford. Mieux que la face B d’Abbey Road, les CD d’Hendrix, qu’le p’tit pas de Neil Armstrong sur la lune. Le Space-Mountain, la ronde du Père-Noël, la fortune de Bill Gates, les transes du Dalaï-Lama, les NDE, la résurrection de Lazare, toutes les piquouzes de testostérone de Schwarzy, le collagène dans les lèvres de Pamela Anderson. Mieux que Woodstock et les rave-party les plus orgasmiques. Mieux que la défonce de Sade, Rimbaud, Morisson et Castaneda. Mieux que la liberté. Mieux que la vie...

Tutku başka nasıl anlatılabilir ki..........

23 Mayıs 2010 Pazar

Le temps detruit tout

İmkansızın şarkısında bahsetmişti Murakami. Pazar günlerinden, yalnızlıktan ve yaşadığı ilk yalnız pazar günü olmayacağından. Nedense acaip etkilenmiştim bu laftan. Hafta sonlarından ve özellikle pazar günlerinden nefret etmiştim. İşe gitmek bile bana daha çekilir gelmişti. Bu pazar da öyle pazarlardan bir tanesi. Cumartesi öğleden sonrayla başlayan bi boşluk ve yalnızlık hissi. ama neden bilmiyorum bu sefer koymuyor. Yani an itibariyle koyan bişey yok.
Uzun zaman sonra hiç bir şey yerinde değil. Evi bok götürüyo. Bi haftadır toplamadığım çamaşırlar yatak odasının ortasında ütü bekliyor. Daha yıkanacak bissürü şey var. Yatağın üzerinde bir tişört&gömlek yığını var. Arada sıkılıp onların üzerine yatıyorum. Üzerimde akşam yediğim pizzanın yağının aktığı tişört altımda boxer..Bi odadan diğerine gidiyom. Zaten iki oda var. Canım hiçbişey yapmak istemiyor.
Aklıma ne gelirse onu yiyorum. Eti Browniyle başladım Hoşbeş diye fındıklı bi gofret var onla devam ettim. Bikaç dilim ekmek yedim peynir ve zeytin ezmeli..Çay yaptım kendime ama bitiremedim. Sigaraları bogartladım.Karnımda spazm devam ediyor. Sanki midem ortasından yarılcakmış gibi geliyor.
Bi taraftan internetten eksen dinliyorum. Diğer tarafta televizyon ve PS açık. Bi bölüm Prince of Persia oynuyorum. Sıkılıp televizyona dönüyorum. Bütün kanalları hızlı hızlı geçiyorum. Sonra öbür odaya dönüp eksen dinleyip ekşi okuyorum. Anlamsızca şukelaya basıyorum. Okuduğumu anlamadan.
Pencereler kapalı, perdeler de...Dışarıda olan biteni göresim yok. Dışarıdan gelen sesleri de duymak istemiyorum. Dışarıda bi hayat olduğu gerçeği hoşuma gitmiyor.
Evi toplamam lazım. bugün pazar. Herşey o kadar dağıldı ki. Gözümde büyüdükçe büyüyor. Yerde çoraplar var. Her odaya girişimde gözüme çarpıyor rahatsız ediyor ama eğilip alacak takatim yok.
Zaman her şeyi mahvetti yine. Sonsuza kadar sürsün dediğim anları süpürdü gitti. Geriye hiçbir heyecan bırakmadan. Yine herşeyi mahvetti ve anlamsızlaştırdı. Hiçbirşey hissetmiyorum artık...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Sonbaharı Özlemişim

Demin dışarı çıktığımda anladım bunu... Yağmur yağmış, yollar ıslak, hava da biraz soğuk. Üzerine bişey alarak çıkçaksın illa ki...Cumartesi olmasına rağmen Ortaköy çok kalabalık değil. Trafik yok... Gürültü hafta içindeki gibi. İnsanlar ellerinde alışveriş torbalarıyla eve gidiyor. Geceyi dışarıda değil evlerinde geçirecek belli ki çoğu...Garip bir huzur duygusu sardı beni... Sanki üniversiteye yeni başladığım günlerdeki gibi..Yeni bişeyler vardır hani onun heyecanını duyarsınız. Sanki işe yeni başladığım aylardaki, o karanlık kıştan önceki günler gibi... Yeni bişeyler var. Umudum var gibi...

Yarın hava düzelecek biliyorum. Güneş, sıcak, ter ve o sokakların yapış yapış kokusu geri dönecek. Ama biraz olsun o kokuyu tekrar duyabilmek...O umudu tekrar hissedebilmek, tekrar mutlu olabileceğimi hayal etmek...O bile yetti....

Daha koskoca yapış yapış bir yaz bekliyor beni... Ne heyecanım var ne de başka birşey. Sokaklardaki o sonbahar kokusunu daha çok uzun zaman duyamıycam....

20 Mayıs 2010 Perşembe

We're here because We're here

Bu yaz ne dinlesem diye kara kara düşünürken çıkageldi bu albüm. Katatonia'nın Night is the New Day'ini çalmaktan artık Winamp bile sıkılmıştı. Gerçeği itiraf ediyim. Anathema konserinden önce albümden haberim bile yoktu. 7 Mayıs'taki Anathema konserine gidelim dendiğinde aynı şarkılar aynı muhabbert aslında çekilmez diye içimden geçirmedim diil. Ama yeni albümleri olduğunu duyunca bi de konserde bu şarkıları dinleyince bayaa gaza geldim. Albümü dinlediğimdeyse ne diim..Bayıldım. Kabul. Anathema hala tarzını arıyor. Konserde de görüldüğü üzere Duncan Petersson'un ve Alternative 4'un ekmeğini hala yiyolar. (Konserde en gaza gelinen şarkı Lost control'dü) Ancak Anathema'nın Post Rock merakı iice artmış bu albümde onu diyebilirim. Prodüktörlüğü de Steven Wilson yapınca tadından yenmio zaten. Thin Air (Sözlere dikkat) ve Summer Night Horizon (bunda da sözlere dikkat) gibi iki süper parçayla girişi yapıolar Albüme. Dreaming Light, Presence Angels Walk Among Us A Fine Day to Exit dönemini andıran parçalar. Ama A Simple Mistake diye bir parça var ki...O ne ööle Toolesk ritmler, ne gaz patlamalar. 8 dakkalık parçayı günde bıkmadan usanmadan defalarca dinliyorum. Albümün kesinlikle hiti. Konserde de çaldıklarında ohara demiştim.

Kapağı dahil (Süper kapak bu arada benim dövmeye de benzio:), sözleri dahil Alternative 4 karamsarlığını artık iyice üstünden atmış Anathema. İyi mi kötü mü bilemiyorum ama ben sevdim. Hala açıp Lost Control ya da Forgotten Hopes dinlesem bile Anathema'nın bu hali de gayet ii bence.

Tekrar Anathema dinlediğime ve önümüzdeki yazın soundtrackini bulduğuma çok mutluyum. Kaliteli müzik dinlemek istiyosanız kesinlikle öneririm.

22 Nisan 2010 Perşembe

Semboller ve İşaretler




Süper Kitap... Mutlaka edinin...

15 Nisan 2010 Perşembe

Ben Niye Antalya'ya Gidiom Şimdi?

  • Daha festivalin yorgunluğunu atamadan ( Ne yorgunluğu lan mis gibi götünü yayıp film izlemişsin diyenlere özet bir gün:İşten çık, Koştur koştur eve git, yemek ye soyun dökün, koştur filme git, filmi izle koştur eve gel gece yarısı, uyumuyosa ona yazılmaya devam et, sonra yıkan yat sabah 6 buçukta tekrar kalk. İşten çık. Koştur eve git....) Antalya'ya yollanıom yarın. Firma yolluyo hemi de uçakla. Cebimden beş kuruş çıkmıycak. İlk başta söylediklerinde yok ya napçam ben orda deyip ilk reddedenlerdendim. Millet kendi arasında kavga edip hiçbirimiz gitmioz o zaman'a bağlayınca beni yolladılar. Noolcak yer içer sıçarım. Ehehehe..
  • Bugün bir sene oldu ilk sesini duyalı. Beni iş görüşmesine o çağırmıştı.
  • Doğum günümü kutladım. Hem de inanılmaz spontane bi şekilde. Aslında filmim vardı o gün. Öğleden sonra işten izin alıp başka bi yere iş görüşmesine gittim. sonra eve gidip yattım. Kalkıp hazırlanayım yavaş yavaş derken. sırayla Lise,işten ve üniversiteden bi arkadaşım arayınca e bari doğum günümü kutlayalım lan dedim. Hiç birinin haberi yoktu tabi doğum günüm olduğundan. Sanırım yukarıdan bana bi kıyak geçildi.
  • Hayatımda ilk defa bi arkadaşıma birisini ayarlamaya çalıştım. Çok gergindi başta ortam. Bi de çocuk muhabbete giremedi falan. bi türlü olmadı. Üzüldüm. İlk denemem acaip başarısız oldu.
  • Haruki Murakami'yi neden bana yıllarca kimse söylemedi? Sahilde Kafka hayatımda okuduğum en süper kitaplardan biri. 600 sayfalık kitabı bitince napçam ben korkusuyla okur mu insan ya. Kayıp Koyun'un İzinde'yi okuyorum şimdi. Külliyatını devirecem Mayısa kadar sanırım. (küfür gibi oldu di mi? külliyatını devirdiğimin..ehehe)

İstanbul Film Festivali İzlenimleri

Daha bitmedi ama ben dün itibariyle son filmime gittim. 2007'deki rekor denemem 17 filmin ardından 8 film sönük kaldı. Bunlardan da 6 tanesine gidince tam istediğim gibi geçmedi festival. Zaten hepsine yalnız gittim. Aslında şikayet etmediğim tek kısmı da bu. Tabi ki onunla gitmek isterdim hepsine. Ama gelmezdi. Sormadım bile. O da sormadı. Neyse.

  • Kafa 1500: Adı gibi Kafası da iyi bi Avusturya filmiydi. Benim için iyi bi başlangıç filmi olmadı. Ama eğlencelik olarak izlenebilirdi. Sanırım konusu Magic Mushroom'un faydaları. Bu arada yeni Rüya sinemasında izlediğim ilk film oldu. Koltuklara otururken biraz gergindim. Lan ne yaşanmışlıklar vardır bu koltuklarda diye.
  • Greenberg: Royal Tenanbaums hayranı bi insan olarak Baumbach'ın bu filmini izlemek gerçekten istiyodum. Güzel de filmdi aslında. Ben Stiller'dan böyle bir oyuncu yaratmak ustalık isteyen bir yönetmen becerisi. Bir Royal tenenbaums ya da The Squid and the Whale değildi ama rahatsız insanlar hakkında filmleri nedense seviyorum.
  • Ejderha Dövmeli Kız: Kitabının ilk 150 sayfasını okurken Allah'ım naptım ben nerden başladım bu kitaba derken kalan 500 sayfasını iki günde bitirdiğim STIEG LARSSON eserinin beyaz perdedeki hali. Koku'dan sonra belki de gördüğüm en iyi uyarlama. Kitabı okurken nasıl üşüdüysem filmde de aynı soğukluğu yaşadım. Festivalde izlediğim en iyi filmdi.
  • Getirin Kellesini: Doğum günüme denk geldiği için izleyemedim. Biyerlerden bulmam gerek. Link falan veren olursa çok sevinirim.
  • Islık Çalmak İstersem Çalarım: Güzel film çekmek için milyonlarca dolar harcanması gerekmediğinin ispatı romen filmi. Gerçekten bayıldım. Hanekevari sabit kamera çekimleri, gergin diyaloglar, bakışmalar. Bu filme de gittiğim için çok mutluyum.
  • Bay Hiçkimse: İzlemeyin.Hala pişmanım.
  • Başka Dilde Aşk: Ben bu filmi izleyemiycem heralde. Bi türlü nasip olmuyo.
  • Hücre 211: Son filmim. Acaip Tarantesk bi filmdi. Zaten kulak koparma sahnesi buna da en açık göndermeydi. Oz dizisinden beri hapishanelerle ilgili bişey seyretmemiştim. Mahkumların ETA üyelerini koz olarak kullanıp İspanya hükümetinin tırsıp aman onlara bişey yapmayın sıçarız pozisyonuna girmesi en gerçekçi kısmıydı filmin.

Böyle işte. Bu senenin son film festivaliydi. İF İstanbul sırasında acaip boktan bi ruh halindeydim. Ne izlediğimi bile anlamadım. Bu daha iyi geçti sanırım. Keşke o da gelebilseydi.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kırılma Noktası

Artık dayanamayacak noktaya gelirsin. Bir şeyler yapıp, (hem de hiç yapmaman gereken bir şeyler) akışı değiştirmek ya da hızlandırmak istersin. O an mantık susmuştur. Hiçbirşey düşünemez duruma gelirsin. Yapacağın şey seni rezil edecek ya da karşındakini üzecek ama engel olamazsın. Bu noktadır işte kırılma noktası. İnsanın kendisini en güçlü hissettiği ama en güçsüz olduğu an.

Şu ana kadar defalarca bu noktaya geldim. Nasıl yapıyorum bilmiyorum ama en az hasarla atlatıyorum. Ama korkuyorum bi taraftan. Bu noktada bilinç diye birşey yok.

Daha güçlü olmam gerekiyor. Dayanmam ve duvarlarımı örmem gerekiyor. Kendimi rezil etmemeliyim. Çatırdadığımı duydum birkaç kez. Ama henüz kırılmadım. Kırılmayacam.

2 Nisan 2010 Cuma

Katatonia - In the White

Şu aralar beni en yaralayan şarkı. Great Cold Distance albümünün kıyıda köşede kalmış parçalarından biri. Bence en iyisi. Lirikleri gerçekten acaip can yakıyo. Ya da sadece benim canımı yakıyo bu aralar. Ne biliim. Öle işte bulun bi yerden dinleyin. Sabahın yedisinde paylaşasım geldi.

Are you in or are you out
The words are stones in my mouth
Hush little baby don't you cry
Truth comes down
Strikes me in the eye
Turning season within
Brand new nails across my skin
But who am I to imply
That I was found
That I found you in the white
To overcome this
I become one with
The quiet cold of late november
If you don't see
I'll remain unseen
Until there's time to be remembered
So I had a green light
I was lost in city lights
Not far from a try
This is not our last goodbye
So I found you
Found a way all through
The quiet cold of inner darkness
And now that you're here
It becomes so clear
I have waited for you always

30 Mart 2010 Salı

Detektivbyrån

Ben Deniz adlı blogger kişisi yardımıyla tanıdığım grup. Herkesin fix lafını ben de tekrarlıyım: Yann Tiersen'e çok benziyo. İki albümleri var; ikisini de dinledim. E18 ve Wermland. Dream TV'de Punkart'ta görmüştüm ilk kez kliplerini. Adını okuyamamıştım. İki kardeş tarafından kurulmuş grup. Kitap okurken falan çok iyi gidiyo. Tamamıyla enstrumental. Eğer bi de akerdeon seviyorsanız kaçırmayın derim. Ama bi Yann tiersen gibi sokaklara çıkıp koşma isteği yaratmıyo insanda. Zaten galiba bende oluyo bu garip hissiyat. Neyse. Güzel grup işte..Kafayı yediğim şu günlerde sakinleştirio beni; siz de deneyin.

23 Mart 2010 Salı

I am piling up some unread books under my bed but i really think i'll never read again

Aylar oldu sanırım yazmayalı... İnsanın hayatında bikaç ayda bu kadar çok değişiklik olabileceğini zannetmiyodum. en son yazarken çok mutluydum. Son aylarda çok üzgün, şimdi ise maksimum umursamaz. sanırım en iyi umursamazken yazıyorum. Sinirliyken ve mutluyken yazdıklarımdan pişman oluyorum. Umursamazken herşeyi yazabilirim.

  • Dövme yaptırdım ben...Buraya yazıyım da unutmayayım. 13 Şubat günü. Hoş. Hayatımda hiç unutmuycaam bigün. eminim... Neyse işte bi ara resmini koyarım dövmenin.
  • sonisphere'de ölmeye gidiom bu arada. Hangi akla hizmet saha içi aldım bilmiom. 18'lik veletler benim üzerimde tepinirler o kadar yoğun testeron seviyesiyle. Neyse ölceksek öyle bi yerde ölelim.
  • Sürekli kilo veriom. Bildiin durduramıom. 61 kilo oldum. Naaptın sen bana ya...
  • İstanbul film festivali başlıo. 8 filme alabildim bu sene. Hepsine tek başıma gidecem. İf'te 6 bilet alıp 4'üne gidebilmiştim. Bu sefer hepsine giderim umarım.
  • İf'teki filmler bok gibiydi bu arada. Ben mi yanlış seçtim naptım. Bi bronson vardı galiba güzel olabilecek onu da izleyemedim. Neyse.
  • İzmir'e gidiom hafta sonu. Gerekti bu bana. Şimdi orda da annemler darlıycak.
  • Kışın soundtrack'i Katatonia Night is the New Day'di. son bibuçuk iki ay pek dinlemedim ama şimdi açtım resmen bütün kış yaşadıklarım gözümün önünden geçti. Bahar aylarım için bi soundtrack arıom. Güzel bi albüm çıksa keşke.
  • the tea party çok severim, geçen gün Jeff Martin geldi konsere tek başına akustik falan. bok gibiydi konser ya. Studio Live sux. Abi bi gitar bi vokal neyi ayarlayamadınız ne biçim ses düzeniydi o.
  • Chuck Palahniuk'un Tekinsiz'i çok fena ya. Abi midem kalkıo okurken her seferinde. Adam iyice saldırganlanmış. Daha okuycam bissürü kitap birikti.
  • Ejderha dövmeli Kız'ın ilk 150 sayfasını okuyabilirseniz geri kaln 400 sayfa su gibi gidio. Ben ilk 150 sayfayı 3 hafta kalan 400'ü 2 günde bitirdim.
  • Lost baymış beni bu arada onu anladım. İlk bölümünden sonra elim gitmedi. duruo hala ööle
  • Alice in wonderland'i izlemiycem.
  • ne biliim aslında çok şey var kafamda. bu aralar da sakinim. yazabilirim aslında ya. Şimdilik bu kadar yazayım. Bahar ayı için soundtrack arayım kendime biraz şimdi...